Son yüzyılda yaşananları bir kez de toplumun içinden bazı
yorumlarla ve özellikle edebiyat ve müzik boyutuyla ve sanatsal
açıdan izleyebilme düşüncesi, böylesi bir çalışmayı
yapmamda önemli sayılabilecek nedenlerden biri.
Yaşanan
bir soruna, gelişmeye, olaya sanatçı yaklaşımıyla, hem
toplumun geneli hem de yöneticilerinin yaklaşımları arasında
epey farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılıklar, toplumun
ilerlemesi, güçlerin dengelenmesi gibi durumlarda önemli işlevler
yüklenebilmektedir. Herhangi bir nedenden dolayı duygu ve düşüncelerini,
sanatı aracılığıyla ya da doğrudan yansıtan bir aydın,
duyarlılığı itibariyle çoğu zaman birtakım ilk tartışmaların
öncüsü olabilmektedir. Kuşkusuz bu tartışma toplumun her
kesiminde yankı bulmayabilir. Yankı bulacak olsa da zaten
toplumun tüm kesimlerinde aynı olumlulukla (ya da olumsuzlukla)
algılanmayabilir. Çoğu zaman, varolan düzeni sürdürmek
isteyen[2]
ya da sürdürmekle görevli olanlarla belirli çelişkilere yolaçar.
Değişik boyutlarda da kendini gösterebilir. Sert eleştiri, dışlama,
kovuşturma, şiddete başvurma vs. bunlardan bazıları.
Aydının
yaşamı, düşkırıklıkları bütünü gibidir. Çünkü aydın,
çoğu zaman olumsuz sonucu bilerek ama yine de yeni bir umutla
yeni arayışlar içine girme seçeneksizliğiyle karşı karşıyadır.
Yıllar
önce yayımlanan bir yazımda toplum ve kahramanları ele almıştım.
Aslında daha çok siyasal eleştiri niteliğinde olan bu yazıda,
eninde sonunda bireyin çektiği eziyeti vurgulamaya çalışmıştım.
Şimdiyse işin (o zaman pek öne çıkarmadığım) başka bir
yanı üzerinde durmak istiyorum.
Sözünü
ettiğim gibi, aydınlarla toplumun öteki kesimleri arasında
varolan kopukluk, dahası uçurum örnekleriyle doludur tarih. Bu
çelişki bugüne dek olduğu gibi bundan böyle de sürüp
gidecektir doğallıkla. Özellikle bu çelişkinin azaldığı,
aydınlarla toplum arasında yakınlaşmanın yaşandığı
tarihsel dönemlerde önemli sayılabilecek sıçramalar kolaylaşmıştır.
Daha çok, gücü elinde tutanı hedef alan, çeşitli boyutlarda
karşı çıkışlar olmuştur. O günün koşullarını gözönünde
bulundurarak doğruluğuna ilişkin yorum yapmak bir yana, belli söylemler
bağlamında, toplumla aydınlar arasında gelişen ilişki bu türden
karşı çıkışları somut hedeflere götürebilmektedir.
Her
ne kadar belirli zamanlarda belli yakınlaşmalar yaşansa da aydın
ve toplum ilişkisi sürekli bir çelişki barındırmıştır içinde.
Çoğu da, amaca ulaşıldıktan sonra gücün yeni sahipleriyle
uzlaşmayan aydınların çeşitli boyutlarda karşılaştıkları
sorunlar olarak sürüp gider.
Düşünme,
yaşama vs. biçimlerinden dolayı topluma yabancılaşma
tehlikesi de sözkonusudur. Tarihin her döneminde bu türden örneklere
rastlamak olanaklıdır. Avrupa’da 1500’lü
yılların son yarısından itibaren yaşanmaya başlayan aydınlanma
sürecinden 20. yüzyıldaki
toplumsal dönüşümlere dek her dönemde bu türden çelişkiler
sürekli olarak insanların yaşamına malolacak sonuçlara varmıştır.
Bu
yanıyla düşünüldüğünde aydınlarla, halk ozanları arasında
benzerlikler daha belirginleşir. Ancak bir de, halk ozanlarıyla
öteki aydınları önemli bir ölçüde ayıran işin bir başka
boyutunu vurgulamak gerekir.
Yaşamlarını
daha çok toplumla içiçe olarak sürdüren halk ozanları, aydınların
genel konumundan oldukça ayrı bir durumdadır. Buna ilişkin 2
belirgin örnek verilebilir: İlki, toplumda birçok bakımdan öncü
özelliklerini sürdürmeleri, ikincisi, yaşamlarının daha doğrudan
topluma bağlı olması.[3]
Toplumun
sorunlarını dile getirmeleri, olup biteni daha erken görmelerinin
yanısıra, yaşamlarını sürdürmeleri için bir gereklilik
olarak da ortaya çıkmaktadır. Bu işleyiş ya da ilişki öyle
karmaşık bir yapıdadır ki, gereklilikle gönüllülük arasındaki
çizgiyi seçebilmek olanaksızdır çoğu. Bu anlamda da,
toplumun gerek duyduğu kahramanlardır halk ozanları. Daha sonra
ayrıntılı olarak aktaracağım, ozan
sözcüğünün kökünün de ileri geçmek, öne geçmek olduğu
düşünülürse bugünkü anlamıyla da oldukça özdeşliğinden
sözedilebilir.
Hangi
dönemde olursa olsun, toplum, kullanabileceği kahramanlar yaratır.
Bu kahramanların ortak yanı ise, yalnız bırakılmaları ve
kurtarmaya çalıştıklarına zarar ver(e)memeleridir. Çünkü
insanlar fazlaca yanaşmaz böylesi tehlikelere. Bu, bir anlamda
iktidarla kahramanların eşitsiz ve hüzünlü düellosudur.
Yitiren hep aynıdır, kazanan da.
Klasik,
masallardaki gibi bir kahramanlık yok artık; günümüzde yok böyle
birşey. Bilginin yayıldığı toplumlarda efsane yaratmak kolay
değil. Efsaneleşmeyen kahramanlarsa her an korkak, işe yaramaz
biçime sokulabilirler. Diğer insanlar gibi ve diğer insanlarla
yaşadığı sürece kaçınılmaz olur bu sonuç. Yaşadıklarında
ise bu tehlike daha belirgindir.
Günümüzde
yaşayan ve tanınan hemen tüm aşık/ozan/şairlere ilişkin
olumlu olduğu kadar olumsuz şeyler de anlatılır. Belirli bir
kişiyi öne çıkarmadan, genel anlamda düşünülürse toplumun
bu anlamdaki yargısı doğru olabildiği kadar acımasız ve haksız
da olabilmektedir. Onun için şiir/türkü estetiği açısından
incelenmesi gereken kişi, çoğu zaman günlük yaşamı düzeyinde,
genellikle de olumsuz olarak ele alınabilmektedir.
Bunun
bir karşıtı olarak da kişinin kendisi, sanatından öte abartılmakta
ve belirli yanılsamalara yolaçmaktadır.
Belki
bu anlamda, toplumun en dolaysız ilişki kurduğu kahraman olan
halk ozanları, hem talihsiz, hem de gönüllü bir işlev görürler.[4]
.
. .
Son
40-50
yıla dek halk ozanları geleneksel yaşamlarına daha yakındılar.
Dolaşmaları, yaşamlarını bu yolla sürdürmeleri, öteki aydınlardan
ayrıldıkları en önemli yan olarak son döneme geldi. Ancak herşeye
karşın bu yaşam biçimi 1970’li
yılların son yarısına dek çeşitli aşamaları da içinde barındırarak
gelenekselliğine daha yakın olarak sürdü.
1950’li
yıllardan sonra yoğunlaşan, hızlanan köyden kente göç
olgusu gezginci aşıkların yaşamlarında bazı değişmelere
neden oldu kuşkusuz. Hem müziğin yeni yaşamla, güncel bazı
değişmeler ve öteki müziklerden etkilenmesi, hem de birçok
farklı motifle beslenmesi aşıklık geleneğini de belirli değişikliklere
götürdü.
Hem
aşığın hem onu dinleyen insanların yeni, değişik mekanlarda
bulunmaları düşünce ve bunun türküye yansımasını sağlamıştır.
Kimi zaman aşığın eskiyi öne çıkarmasıyla dinleyici arasında
kopukluk yarattığı gibi, bunun tersi olarak, dinleyicinin yeni
yaşam koşullarından kaynaklanan uyuşmazlıkları nedeniyle önceyi
aramaları çelişki oluşturabilmektedir.
Herşeye
karşın birçok değişiklik gündeme geldi. Sözgelimi, köylerde
daha çok da evlerde, aile, akraba, komşu çevresinde hep
birlikte olunan bu ortamlar, yeni yerleşim yerlerinde genellikle
(ya da ek olarak) erkeklerin toplandığı kahvehane ya da benzeri
yerlere taşındı.
Yaşamın
kentleşmesi, aşıklığın da geleneksel özelliklerini yeni ilişkilere
terketmesine neden oldu, giderek de azaldı. Ancak birçok araştırmacının
vurguladığı, aşıklık geleneğinin tükendiği düşüncesinden
çok, belki bazı boyutlarda gerileyerek, bazılarında gelişerek
de olsa biçim değiştirdiği değerlendirmesi daha uygun geliyor
bana.
Dönemine
göre bu gelişmeler belirginleşmekte ya da daha uzun sürece yayılarak
çarpıcılığı ilk anlamda göze batmamaktadır.
16.
yüzyıldan itibaren uzun bir süre değişik toplumlarda ilgi
bulan, barındırılan aşıklık geleneği, süreç içinde öteki
toplumsal, siyasal, ekonomik sorunlara bağlı olarak inişli çıkışlı
dönemler geçirdi. Yerine göre güçlü aşıklarla temsil
edildiğinde ya da ivme kazanan herhangi bir nedenden dolayı aşıklık
geleneğinde sıçramalar görüldü.
Osmanlı
yönetiminin Türkçeye ve buna bağlı olarak Türkçe konuşan
topluluklara bakışındaki olumsuzluklara karşın[5],
son dönemlerine dek Osmanlının önemli bir askeri ve siyasi gücü
olma özelliğini koruyan Yeniçeri
Ocağı, aşıklık geleneğinin bugüne gelmesinde ciddi görevler
üstlendi. Ayrıca Alevi-Bektaşi
tekkelerinin bu anlamdaki geliştirici ve taşıyıcı yanlarından,
konumlarından sözetmek yerinde olur.
.
. .
Osmanlı
İmparatorluğunun yıkılarak yerine cumhuriyet yönetiminin
kurulmasıyla ikili bir durum ortaya çıktı. Önceleri,
tekkelerin kapatılmasından dolayı aşıklık geleneğinde
gerileme belirginleşmesine karşın, sonraki yıllarda başta Halkevleri
olmak üzere çeşitli kurumların verdiği destek ve »halkçı«
politikanın etkisiyle belirgin bir canlanma gündeme geldi. Böylelikle,
aşıklık geleneğinin yeniden şehirlere ulaştığı ve yayıldığı
bir dönem başlamış oldu.
Geleneksel
kır yaşamı yanında (ve giderek dışında) kent olgusuyla daha
yoğun içiçe olabilen aşıklar, başlangıçta küçük gruplar
biçiminde de olsa, özellikle 1920’lerin
sonundan itibaren değişik biçimlerde örgütlenmeye yöneldi. 1970’li
yılların ilk yarısına dek somut adımlar atılmamasına karşın,
sonraki örgütlenmelerin ilk ipuçlarına çok daha önceleri
rastlamak olanaklı.
Özellikle
cumhuriyetten sonra önemli bir iletişim aracına dönüşen
radyoda[6]
aşıklara ilişkin programlar hazırlandı. 1930’lu
yıllarından başından itibaren bazı yörelerde gerçekleştirilen
şenlikler aracılığıyla, yörelere sıkışmış birçok aşık
daha geniş alanlarda duyulmaya başladı. Aynı dönemlerde birçok
edebiyatçı, şair halk şiiriyle ilgilenmeye ve bu türden şiir
yazmaya yöneldi.
.
. .
Bu
anlamda, aşıklık geleneğine ilişkin 20.
yüzyılda önemli bir sıçrama Aşık
Veysel aracılığıyla gerçekleşir gibi oldu. Bir kutlama sırasında
söylediği türkülerle dönemin bazı edebiyatçıları tarafından
»farkedilen«
Aşık Veysel ve aşıklık
geleneği ciddi bir ivme kazandı.[7]
Radyo
yayınları aracılığıyla da türküler daha geniş çevrelere,
yörelere ulaşmaya başladı. Böylelikle de yalnızca, aşıkların
başka bölgelerde duyulmalarının kolaylaşması değil,
birbirini görmeden, giderek usta-çırak ilişkisini yaşamayan aşıkların
da birbirinden etkilenmesi gibi bir sonuca neden oldu.
...
Ozan
kavramı, Arapça aşık,
Farsça şair sözcükleriyle
eşleşerek, Anadolu Türkçesinde daha çok şiir yazan, söyleyen
olarak gelişmiştir. Bir anlamda çalgı çalıp koşuk söyleyenlerden
farklılaşmıştır. Bunun yanında, bir varlığa aşırı sevgi
duyan, bağlanan anlamında Arapça bir sözcük olan aşık
da ozan sözcüğüyle
çoğu zaman aynı anlamda kullanılmaktadır.[8]
Zamanla şair ve aşık sözcüğü anlamlarıyla birleşerek
yaklaşık aynı kavrama dönüşmüşlerdir. Ozan
sözcüğündeki (çalgı çalma temelinde olmayan) koşuk söyleyen
anlamı, uzun yüzyılları kapsayan süreç içinde yerini saz şairliğine
terketmiştir. Bu geçişi en belirgin olarak 15.
yüzyıldan itibaren izlemek olanaklı.
Özetle,
şaz şairliğinin, ozanlık geleneğinden gelişerek bu geleneğin
yerini aldığını ya da bu geleneğin üzerinde şekillendiğini
söylemek yerinde olur. Bütün bu gelişmeler birlikte düşünüldüğünde,
yanlışlığı doğruluğu üzerine yoğunlaşmadan, yerine göre
ozan, yerine göre aşık
ya da şair kavramlarını
kullanmak gerekecek. Çünkü aşağıda açıklamaya çalışacağım
gibi, çoğu zaman bu sözcüklerin herhangi biri, olayı tümüyle
ve içeriğiyle anlatmaya yetmeyebilir.
Özellikle
19. yüzyılın sonları,
hatta 20. yüzyılın
ilk yarısına dek aşık,
»gördüğü
rüyadan sonra (sevdiğinin ya da bir pirin, ustanın elinden bade
içerek) aşık olan, bağlama çalan, türkülerini kendisi yazan
(daha çok yakan), türkülerini doğaçlama söyleyen ve gezginci
özellikler taşıyan«
kişi anlamına gelmekteydi.[9]
.
. .
Hangi
açıdan bakılırsa bakılsın, toplumlardaki her gelişme, değişme
(olumlu ya da olumsuz) doğrudan şiire/türküye yansımaktadır.
Bu konuda yeterince örnek bulmak olası.
Yaşanan
dönemin öneçıkardığı sorunlar, yararlanılan araçlar, güncel
kavramlar, özetle herşey halk şiirinin konusu olabilmekte.
.
. .
Aşık
Edebiyatı ve Halk Hikayeleri
Başlıbaşına
incelenebilecek bir konu olmasına karşın, aşık edebiyatındaki
yeri nedeniyle, halk hikayelerine değinmek uygun olur.
Çoğu
zaman içiçe geçmişliğinden dolayı ayırmak zor olsa da, halk
hikayeleri oluşum, kaynak ve içeriklerine göre değişik biçimlerde
ele alınır.
Toplumlar,
oluşturdukları ve geliştirdikleri kültürel yapılarıyla başka
toplulukları etkilemiş ve onlardan etkilenmişlerdir. Bundan
dolayı yalnızca bir topluma özgü halk hikayeleri, destanlar
olabileceği gibi, farklı toplumlarda birbirine benzer halk
hikayeleri, destanlar vs. olabilir.[10]
Öteki
dünya dillerine olduğu gibi Türkçeye de Arapçadan aktarılan »Bin
Bir Gece Masalları«,
(ya da Bin Bir Gece Hikayeleri) daha sonra bu anlatılara karşı
yazılmış »Bin
Bir Gün Masalları«
vs. Doğu bir yana birçok Batı kökenli halk anlatısını da
etkilemiştir.[11]
İnsana,
topluma ilişkin birçok konuyu işleyen ve aşık edebiyatında
önemli bir yer tutan halk hikayeleri sürekli değişimlere uğrayabilmekte,
yeni bölümler eklenebilmektedir. Düzyazı, şiir ve müziğin
birleşiminden oluşan halk hikayeleri, Orta Asya kökenli Oğuz
Destanı, Dede Korkut Hikayeleri, Aşık
Garip, Tahir ile Zühre,
Köroğlu vs. anonim
olabileceği gibi, değişik aşıkları tarafından yaratılan
birçok halk hikayesi bulunmaktadır. Bu anlamdaki örneklerin 19.
yüzyıldan sonra giderek azaldığı bilinmesine karşın, 20.
yüzyılın 2. yarısından
sonra, hatta günümüzde bile benzer halk hikayeleri yabana atılmayacak
çokluktadır.[12]
Halk
Edebiyatı ve Şiiri Üzerine Biraz Daha
Ağırlıkla
koşuk (ya da nazım) üzerine oluşmuş ve (değişik biçimler
ve yerlerde yinelediğim gibi) toplumun duygularını en dolaysız
olarak dile getiren halk edebiyatı[13]
her dönemde ve bir boyutuyla tarihin de tanığı niteliğindedir.
Orta Asya’dan Macaristan’a, Kırım’dan Kuzey Afrika içlerine
dek geniş bir alana yayılmış, kimi benzer, kimi ayrı yanları
olan topluluklarda, tüm tarihi kapsayacak biçimde aynı özellikten
sözetmek olası. Ancak yine de Türkçenin ortak dil olarak
kullanıldığı topluluklarda, halk edebiyatındaki nazım ağırlığı
öteki dillere göre daha belirgin gibidir. Yazılı olmayan halk
edebiyatının yaygınlığı, bu anlamda nazımın tercih
edilmesiyle doğrudan bağlantılı gibi görünmektedir.
Araştırmalarımda
özellikle vurguladığım Türkçenin ortak dil olması, birçok
halk hikayesinde de ortaya çıkabilmektedir. Bu hikayelerin değişik
varyasyonları arasında konu olarak benzerlik olmasına karşın
aynı değildir. Bazısında başlangıç değişik, gelişme ya
da sonuç aynı olabileceği gibi, bazısında tersi, bazılarındaysa
belirli bölümleri farklı olabilmektedir. Ancak en ortak nokta,
değişik lehçelere karşın dilin aynı olmasıdır.[14]
Örneğin, Anadolu’dan Kırım’a, Azerbaycan’dan Türkmenistan’a
dek çok geniş bir alanda Karac’oğlan
ya da Köroğlu
hikayelerinin yanında Tahir
ile Zöhre, Avcı
Mehmet, Arzu ile Kamber[15]
gibi birçok hikaye bulunmaktadır.
.
. .
Halk
Şiirinde Konu
Halk
şiirinde kalıplaşmış çeşitli türler bulunmasına karşın,
konu sınırlaması yapmak çoğu zaman doğru gelmemektedir bana.
Değişik araştırmalarımda ve birçok kere yinelediğim gibi,
insana ilişkin herşeyi işleyen şiiri belirli kalıplarla açıklamaya
çalışmak çoğu zaman uygun olmamaktadır. Bazen ezgisi, ritmi
ya da içinde geçen herhangi bir kavramdan dolayı bir türküyü/şiiri
bir biçime sokmak olayı daraltmak olabilir. Bundan dolayı, bazı
tanımlamalar altında incelense bile belli bir esneklik payı ile
düşünmekte yarar var.
Yukarıda
değindiğim tasavvufi konulardan sevdaya, doğumdan ölüme akla
gelen herşeyi içeren halk şiirini, gelenekselleşmiş ve temel
olarak kabul edilenler anlamında şöyle sıralamak olası: Ağıt,
destan, güzelleme, koçaklama, muamma, öğüt,taşlama
en yaygın türlerdir. Bu türlerin bazıları belli yörelerde
daha yaygın, bazıları ise başka yörelerde daha yaygın
olabilmektedir. Sözgelimi güzellemenin
her yerde çok yaygın olmasına karşın, muammanın,
özellikle Kuzeydoğu Anadolu, Kafkaslara doğru daha yaygın
olması gibi. Yine de tüm ayrıntılı tanımlamalara karşın, türkünün
genelinde varolan sevgi
öğesi belirleyicidir.
Çoğu
zaman, sözü edilen şiir biçimleri birbiriyle içiçe girer.
Bir şiir değişik birçok özellik taşıyabilir. Belki ağırlıklı
yanına bakılarak adlandırılabilir. Ancak herşeye karşın bu
adlandırmaların her zaman sözkonusu olan biçimlerden birine
tam olarak uyması sözkonusu olmayabilir.[16]
Bu
bölümlenmeler, daha önce de değindiğim gibi yalnızca hece
sayısındaki farklılık değil, ezgi ve ritimlerine göre de
belirlenirler. 11
heceli bir şiir, ezgisine göre, koçaklama,
güzelleme ya da başka
birşey olabilir. Hece sayısı bir yana aynı şiirin bile, bazı
zamanlarda uzun havadan oyun havasına dek çok değişik biçimleri
olduğuna sıkça rastlanabilmektedir.
.
. .
Yaşayan
Halk Şairleri
Halk
şiirinin bilinmemesi ve tanınmaması kadar halk şairleri de
genel anlamda gerektiği oranda inceleme konusu olmamaktadır. Bu
anlamda epey neden sıralansa da 2 temel nedeni öne çıkarmak
yerinde olur sanırım. İlki, edebiyat araştırmacılarının
halk şiirine ve şairlerine ilişkin uzaklıkları, ikincisi ise
halk şairlerinin büyük bir bölümünün geleneksellikleri yanında
(ve dışında) çağdaş koşullara göre dışa kapalı olmalarıdır.
Bu
nedenler birbirine karşı ve kapalı süregeldiğinde halk şiiri
ve şairleri de gerekli yere ulaşmakta çeşitli zorluklarla karşılaşabilmektedirler.
Halk
şiirin edebiyat içindeki konumunu kavramak ve öyle değerlendirmek
yerine, çağdaş şiirle »uyumsuzluğu«
ve »geriliği«
düzeyinde algılanması tartışmanın boyutunu başka alanlara
kaydırmaktadır.
Ancak
herşeye karşın ve inatla gelişen halk şiiri (belki de artık »halk
şiiri«
yerine giderek, »ölçülü
şiir«
gibi başka bir adla tanımlamayı da öne çıkararak) yeni anlamını
bularak ve herşeyi Batıya göre açıklamaya yönelen düşünce
sistemini de uyararak hak ettiği yerine ulaşacaktır.
Bu
anlamda günümüzde yaşayan ve büyük bir herhangi bir edebiyat
araştırmacısının dikkatini çekmeyen çok önemli şairlerden
örneklerle önyargısız bir tartışma ortamı başlatmak
istiyorum.[17]
[1]
Yazı, Bekir Karadeniz’in
»1900’den
2000’e Halk Şiiri«
adlı araştırmasının giriş bölümünden aktarılmıştır.
[2]
Burada sözü edilen yerleşmiş olan herhangi bir düzendir.
Kapitalizm, sosyalizm ya da bunların türevleri olması konu açısından
önemli değil.
[3]
Aşıkların bu anlamdaki işlevleri giderek azalmasına karşın
varlığını sürdürmektedir.
[4]
Açmak gerekirse, bilginin yalnızca belirli noktalarda toplandığı,
insanların daha çok yaşamak için çaba göstermeye zamanının
olduğu dönemlerde insanlar çeşitli efsaneler yaratır, sonra
bunlara inanırdı. Ancak günümüz koşullarında bu işleyiş
giderek yerini daha maddi düşünce biçimlerine terketmeye başladı.
Özellikle son yüzyılda gelişen haberleşme olanakları,
bilgiyi daha doğru, (önceye göre daha doğru) edinmeyi sağlamaktadır.
Her ne kadar son yıllarda gündeme gelen yanlış bilgi aktarımı
ve insanların belirli amaca uygun yanlış yönlendirilmeleri
(manipülasyon) sözkonusu olsa da, haber kaynaklarının çokluğu
doğruluk oranının artması yönünde bir etken olarak değerlendirilebilir.
Artık
dünyanın birçok yerinde resmi olan kadar resmi olmayan ve
resmi olanın alternatifi niteliğinde bir »karşı« gelişmektedir.
Greenpace, Amnesty
International gibi bilinen birçok kuruluşun yanında daha
sınırlı pek çok yapı sayılabilir.
[5]
Bu konuyu »Kömür
Gözlüm-Türküler«
adlı araştırmamda ayrıntılı ele aldım.
[6]
Yeni kurulan cumhuriyetle toplum arasındaki ilişki açısından
radyonun önemini »Kömür
Gözlüm-Türküler«
adlı araştırmamda ayrıntılı ele aldım.
[7]
Bu sıçrama aşıklık geleneğinin yüzyıllardır süregeldiği
biçiminden öte, aydınlar tarafından anlaşılmaya başlamasıyla
başka boyutta kavranması olarak nitelendirilebilir.
Ancak
bu anlaşılma genel anlamda fazlaca umut verici sayılmamalı.
Çünkü herşeye karşın bir genelleme yapıldığında, şiirle
yoğunlaşmış kişi ve çevrelerin halk şiirine henüz çok
yabancı ve uzak olduğu gerçeği gözardı edilecek gibi değil.
Çarpıcılığı
açısından bir örnek vermek gerekirse: Bugüne dek 6
baskı yapmış, 20. Yüzyıl
Türk Şiiri üzerine gerçekleştirilen bir antolojide yalnızca
Aşık Veysel’den söz
ediliyor olması, halk şiirinin değil, ortalama aydınların,
kendilerine ilişkin yeni sorular sorması gerektiğini göstermekte
sanırım.
[8]
Aşık sözcüğü, bir varlığa karşı aşırı sevgi duyma,
tutulma anlamındaki »ışk«
sözcüğünden gelmektedir.
[9]
Kuşkusuz bu gelenek 19.
yüzyıl ile bitmemekte. Yalnızca o döneme dek »olmazsa
olmaz«
koşullardan biri olduğundan vurgu yapma gereği duydum. Yoksa
günümüzde de bu geleneğin temsilcisi birçok badeli aşık
yaşıyor.
[10]
Başka boyutlarda olabildiği gibi, halk hikayelerinde de
benzerlikler ayrılıklardan çok fazladır. Doğunun »Bin
Bir Gece Masalları«
birçok bakımdan öteki anlatılara kaynak bilinse de, aslında
Fars edebiyatındaki »Hezar
Efsanesi«
bu anlatılara temeldir. Zamanla Arap
ve Hint hikayeleri de
eklenerek bugünküne yakın bir biçim almıştır.
[11]
»Bin
Bir Gece Hikayeleri«
ilk kez, 1851 yılında
Ahmet Nazif tarafından
Türkçeye çevrilerek 6
cilt olarak, 1870’de
ise 4 cilt olarak
yeniden yayımlandı.
»Bin
Bir Gün Hikayeleri«
ise Ali Raşit tarafından
çevrilerek 1. cildi 1867,
2. cildi 1870
yılında yayımlandı. Daha sonra bazı eksiklikler
tamamlanarak Mustafa Hami
Paşa, Ahmet Şükrü
ve Sait Fehmi tarafından
1873 yılında
yeniden yayımlandı.
[12]
Geleneksel olarak ağızdan ağza aktarılan bu hikayeler son 150
yılda belirli oranlarda yazıya dökülmüştür. 1970’li
yıllardan sonra da, yazılı kaynakların yanında, ses kayıt
araçları ile geniş kesimlere ulaşma olanağı bulmuştur
halk hikayeleri.
[13]
Bu kavram genellikle Türk
Halk Edebiyatı olarak kullanılır. Ancak öteki araştırmalarımda
da vurguladığım gibi, Türkçe
yalnızca Türklerin
dili olmaktan çok geniş coğrafi alanlarda yaşamış/yaşayan
çeşitli toplulukların birçok konuda ortak dili olma özelliğine
sahiptir. Bu bağlamda da başka uluslar, topluluklar ve onların
kültürleriyle içiçeliğinin kaçınılmaz olduğu bu karmaşık
yapıda, Türk Halk
Edebiyatı deyimi konunun bütünlüğü açısından
yeterli olmamaktadır.
Örneğin,
Alevi Kürt
topluluklarının ibadet dili ağırlıkla Türkçedir. Her ne
kadar son dönemlerde Kürtçe ibadet yapılsa da genel olarak
bu dil Türkçedir.
Bazı
zaman, bu ve benzeri durumda Anadolu kavramı kullanılmaktadır.
Ancak bu da, bir kültürler mozaiğini anlatmaya yönelik olmasına
karşın, kavramı sınırlayabilmektedir.
[14]
Bazı durumlarda bu dil değişebilmektedir. Bu anlamda dil,
yerini anlayış, kültür yakınlığı olarak ortaya çıkabilmektedir.
Sözgelimi Türkçe konuşan topluluklarda yaygın olarak
bilinen halk hikayelerinin birçoğu Ermenice olarak da anlatılır.
Ermenilerin, dil ve din olarak Türkçe konuşan topluluklardan
ayrılmasına karşın, aynı coğrafi alanlarda yaşayan kültürün
bir parçası olan Ermeni folkloru ile önemli benzerlikler sözkonusudur.
Bunun
dışında Türkçenin ortak dil olduğu coğrafi alanlarda yaşayan
Ermeniler, dönemleri itibariyle başka dillerden çok Türkçeyi
kendi doğallığında kendi dillerinden biri saydıklarını söylemek
yanlış olmaz sanırım. Bu konuda tarihten bugüne birçok örnek
sıralamak olanaklıdır.
[15]
Örneğin Romanya’da bu hikaye »Arız ile Kamber« olarak
bilinmektedir.
[16]
Doğru olmaması kavramı ile açıklamaya çalıştığım,
olumsuzluk değil, bir tanıma sıkıştırılan şiirin başka
yanlarının gizlenmesi, gözardı edilmesi tehlikesini
vurgulamak içindir. Yoksa şiirin yüzde kaçının şöyle, yüzde
kaçının böyle olduğu gibi mekanik bir tanımlama ile açıklamaya
çalışmak düşüncesi değil bu.
[17]
Bu bölümde yeralan yazı, şiir ve fotoğraflar Bekir
Karadeniz’in yazılı izni olmaksızın hiçbir biçimde
kullanılamaz.