Aşiret Ve İskan Olaylarını Anlatan Türkülerin Yaşatılmasında Önemli Katkıları Bulunan Bir Türkmen Topluluğu
: Abdallar
Abdal, kelime olarak ''Badal'' (B D L)'ın çoğulu olma ihtimalini kuvvetlendirir. Tanrıya yaranmak için faniden elini eteğini çekmiş, dünyadan ayrılmış Zahid, Veli manalarının taşıdığı Abdal kelimesi, daha sonraları anlamını genişleterek, Veli, Ermiş, Sofi, Derviş manalarını da içine alan bir hüviyet kazanmıştır.
Milattan sonra V. ve VI. yüzyıllarda Orta Asya tarihinde önemli rol oynamış olan Eftalit veya (Akhun) diye bilinen kavmin adının da aslında Abdal veya Aptal olduğu iddiası kolaylıkla reddedilemez. Nitekim bugünkü Yakutça'da erkek Şamanların lakabı olarak kullanılan Abidal kelimesi de bu hususu doğrular mahiyettedir.
Eftalit (Ak Hunlar) devleti Altay bölgesinde ortaya çıkmış, daha sonra güç kazanarak Türkistan bozkırlarında büyük bir devlet kurmuşlardır. 350 yıllarına doğru önce Güney Kazakistan'a gelen Eftalitler, burada bulunan Hun kavimlerini Volga'ya doğru sürdükten sonra tekrar güneye yönelerek Afganistan ve Toharistan bölgesine inmişler; Maveraünnehir ve Soğdan'da hakimiyet sağlayarak İran'ı sıkıştırmaya başlamışlardır. 5. asrın sonlarında İran'da ''Servet ve kadın herkesin ortak malı olmalıdır.'' diyen Mazdek düşüncesi ortaya çıkmıştı. Tarihe Mazdek isyanı olarak geçen bu olayda İran imparatoru Kavaz tahttan indirildi. Hapisten kaçan Kavaz, Eftalitler'e sığındı Eftaliter sayesinde Mazdek isyanı bastırılmış ve daha sonra da Mazdek idam edilmiştir. 513 yılında İran tahtına oturan Anuşirvan Eftalitler'in baskısından kurtulmak için Göktürkler'den yardım istedi. Anuşirvan'ın ordularıyla birleşen Göktürkler Eftalitler'i ortadan kaldırdılar.
Abdal adı verilen sosyal gruplara Doğu Türkistan, Azerbaycan, Afganistan, İran, Azerbaycan'ı ve Türkiye sahalarında tarihin bir çok dönemlerinde rastlanıldığı gibi, tarihi belgelerle de sabittir. F. Grenard, 1898'de yayınladığı ''Le Türkestan et le Tibet'' adlı eserinde şöyle bahseder. Yerli halkın Abdal adını verdiği Abdal grubu kendilerine ''Heynu'' adını verirler. Kendi aralarında ayrı bir dille konuşurlar. Kendilerinin Müslüman olduğunu söylerler. Her yıl Muharrem''de matem ayini yaparlar. Hz. Ali'ye ve evlatlarına büyük muhabbet beslerler. Grenard, bunlardan elde ettiği Türkçe olmayan yetmiş yedi kelimeden otuz yedisinin Farsça, on birinin bozuk Farsça olduğunu. Asıl dillerinin ise Türkçe'yle çoğaldığını sentaks itibarıyla dillerinin tamamen Türkçe olduğunu söylemektedir.
Nebelson ise 1852'de yayınladığı eserinde Hazar ötesi Türkmen toplulukları arasında Abdal adıyla anılan bir kabilenin varlığını açıklar. Bu topluluk hakkında bize şu bilgileri verir. ''Oradaki Türkmenler'ce yaşatılan bir ananeye göre Türkmenler'in ayrıldığı 12 boydan altısı Kayin oğlu Hasan (Esen) dan gelmişlerdir. Bunların birincisi ise Abdal boyudur. Damgaları Ay'dır.
Bir Türkmen devleti olan Safeviler döneminde, İran'ın çeşitli bölgelerinde yaşayan Türk kabileleri içinde en önemli topluluklardan birini teşkil eden Şamlu, oymakları arasında Abdallı adıyla anılan bir oymağın olduğunu görüyoruz. I. Abbas devrinde Horasan'da beyler beyi görevini yürüten Hüseyin Han ve oğlu Hasan Han da yine bu Abdallı oymağına mensup idiler.
Orta Asya'dan İran Azerbaycan yoluyla Anadolu'ya, bir müddet sonra da Halep, Şam Türkmenleri içindeki bazı oymaklarla İran'a giden bir Abdal oymağının varlığını Tahmasb tezkiresi bize bildirmektedir. Bu bilgiler ışığında Abdalların Horasan ve civarında bir Türkmen kabilesine mensup olduğunu,
Moğol baskısıyla Anadolu'ya geldiklerini söyleyebiliriz. Nitekim Cevdet Türkay'a göre Abdal oymakları arşiv belgelerinde ''Türkmen taifesi'' olarak gösterilmiş, yine bu belgeler, Abdalların hem Türkmen aşiretleri hem de Türkmen cemaatleri olarak Anadolu'nun bir çok bölgelerine yerleştiklerini bildirir.
XII ve XIV, yüzyıllarda İran'da yazılmış metinlerde, Abdal kelimesi ''Derviş, Sufi'' manasında kullanılmıştır. XV, yüzyıldan itibaren dervişlik ile avareliği birbirine karıştıranlar, Abdal kelimesine ''Divane, Meczub'' diyerek horlanan bir mana yüklemişlerdir. Bir müddet sonrada bu kelime, Bön: ahmak anlamına gelecek derecede kaba ve hayrat kullanılmıştır. Abdal kelime ve kavramının diğer ülkelerden ziyade Anadolu'da daha yaygın kullanıldığını yine yazılı vesikalardan görüyoruz. Selçuklular döneminde Moğollar tarafından talan edilen Anadolu'nun yeniden imarı için görev bölümü yapan Anadolu'nun Halk erenleri, Ahilerin başına Ahi Evran Veli'yi. Gazilerin başına Şeyh Edebali'yi. Bacıların başına Fatma Bacı'yı. Abdalların başına da Hacı Bektaş Veli'yi getirmişlerdir. Rum Abdalları denilen bu topluluğun o dönemler Anadolu'da önemli görevler üstlendiği de tarihi bir gerçektir.
XVII. yüzyılın ortalarında tarihe Kadızadeler adıyla geçen ve şeriat açısından katı bir yol tutan alimlerle, Tasavvufçular arasındaki çekişme Osmanlı idarecilerine sırtını dayayan kadızadelerin galibiyetiyle sonuçlanmıştır. Tasavvufçuların cevaz verdiği musiki ve sema'ın günah ve sapkınlık olduğunu söyleyen Kadızadelerin, uygulamaya koyduğu baskı ve menfi propagandalar, Anadolu halkı üzerinde etkisini göstermiş, bazı bölgelerde yaşayan halk, saz çalan, türkü söyleyen, şiir yazanları inançsız ve sapık kişiler olarak görmeye başlamıştır. Ozan Dede Korkut ve Kopuz geleneğini yaşattıkları için, Türk toplumu tarafından her dönemde önemli bir
yeri olan bu nedenle de ekonomik açıdan iyi durumda olan Abdallar, yukarıda arz ettiğimiz menfi propagandalar neticesinde ekonomik açıdan iyice yoksullaşmışlardır. XVIII. yüzyıldan itibaren Abdal kelimesi ''serseri, dilenen'' manasına kullanılmaya başlanmıştır. Bir dönemler Türkmen beylerinin himayesinde onların düğünlerinde çalan, sünnetlerini yapan Abdallar, Fırka-i İslahiye'den sonra şehir ve köyleri dolaşarak, düğünlerde derneklerde çalgı çalmışlar, sünnet yapmışlar ve hatta oynayıp çoluk çocuklarının günlük nafakasını çıkartmaya çalışmışlardır.
Kırşehir Yozgat, Kaman, Keskin, Hacıbektaş, Avanos ve Ortaköy yöresinde yoğunlaşan Abdallar, Fırka-i İslahiye'den sonra kendileri gibi diğer Türkmen ailelerde birlikte Kırşehir merkez olmak üzere orta Anadolu'ya gelmişler. Kırşehir'in yağmurlu Büyükoba, Hacıbektaş'ın Engel, Avanos'un Büyüklü, ortaköy'ün Kümbet köylerine yerleşmişlerdir. Horasan'dan yağmur Dede'nin başkanlığında Anadolu'ya geldikleri bildirilen Abdalların, Kırşehir' in yağmurlu köyüne oturdukları zaman başkanları ulu kişi yağmur dedenin adını bu köye verdikleri savı ise abdallar hakkında araştırma yapanların bu savı önemseyip konunun üzerinde ısrarla durması gerekir.
XVIII. yüzyıl başlarında Anadolu'nun güneydoğusunda Türkmen aşiretlerinin arasında diğer meslek gruplarının yanı sıra, Abdal saz şairlerinin bulunduğu, bunların Türklüklerinden en ufak bir şüphe bulunmadığı ve hala eski Türk şaman geleneklerinin izlerini taşıdıklarını bildiren kaynaklar ise bizim yukarıda belirttiğimiz bu savımızı doğrulamaktadır.
Fırka-i İslahiye ile birlikte yerleşik hayata geçen Türkmenlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelere yerleşen Abdallar'ın, Dede Korkut ile Hoca Ahmed Yesevi geleneğinin birer temsilcileri olduklarını söylemek, gerçeğe uygun bir gözlem olsa gerektir. ''Dede Korkut, kopuzlu Veli uluların atası sayılmıştır. Çünkü, elinde kopuz taşıyan kimse, ''Dede Korkut hürmetine'' saygı görüyordu. O, bir devlet ve bütün Türk kavimlerinin ulusu idi. Kopuzu ile öğerek güç veriyor, halka yol gösteriyordu. Bu nedenle Kopuzun sihirli sesi, toplumu yönlendiriyordu. Çünkü Türklerde ''Kopuz, Orta Asya ve Anadolu sazlarının, ünlü ve şanlı bir atasıdır. Bu da bize Anadolu Türklerinin ve Anadolu Türk kültürünün köksüz olmadıklarını göstermektedir. Diğer yandan İslamiyet'in Türkler arasında yayılmaya başladığı dönemlerde, Arap ve İran kültür emperyalizmini çabuk fark eden, Hoca Ahmed Yesevi, Türk kültürünü korumak amacıyla ''Hikmet'' adını verdiği Türkçe şiirlerini dervişleri vasıtasıyla en uzak bölgelerdeki Türk topluluklarına ulaştırmayı başarmıştır. Bu Hikmetler Türkler arasında düşünce, dil ve inanç birliğinin kurulmasında büyük faydalar sağlamıştır. Türklerin Anadolu'ya gelmelerinden sonra da yine bu gelenekte beslenen Türk edebiyatı önemli aşamalar kaydetmiştir. Bu gelenek ise Milli tarzın en kuvvetli temsilcisi Yunus'tan Aşık Paşa'ya, Pir Sultan'dan Karacoğlan'a, Aşık Ömer'den Köroğlu'na, Dadaloğlu'dan Aşık Sülük Hüseyin'e, kadar ulaşmıştır. Diğer yandan saz çalmasını bilmeyen fakat iyi şiir yazan şairler, On altıncı yüzyıldan itibaren yazdıkları şiirlerini saz çalan şairlere intikal ettirerek kendi ad ve şöhretlerinin yayılmasına çaba sarf etmişlerdir. On sekizinci yüzyılda halk arasında popülarite kazanan saz şairliği, saz çalmasını bilmeyen bir çok şairi saz çalmaya mecbur kılmıştır. Çünkü sazsız sözden fazla zevk almayan halk, saz çalmayan bir şairin şiirlerinin yayılmasına öncülük etmemiştir.
Bu nedenle, yazdıklarını sazla söyleyen şairler, yukarıda da belirtildiği gibi, Kadızadelerin menfi propagandalarına rağmen, büyük şehirlerde, kahvelerde, meclislerde, konaklarda hatta saraylarda sevilen ve aranılan bir sınıf oluşturmuşlardır. Yine bu gruba dahil, pek şiir yazmayan fakat diğer aşıkların tabiat, göç, savaş, iskan, gurbet v.s. konularını işleyen şiirlerini besteleyip çalan ve usta yorumlarıyla geniş halk kitlelerine sevdiren, bir Abdal topluluğunun varlığı, pek çok örnekleriyle bugün de canlı olarak yaşatılmaktadır. Bulduk ve Yusuf ustadan Muharrem Ertaş'a, Hacı Taşan'dan Çekiç Ali'ye, intikal eden bu gelenek, günümüzde Abdalların yaşayan temsilcisi olarak, Neşet Ertaş'la devam etmektedir.
|