Geniş bir coğrafi alana sahip olan Anadolu’nun,
her bölgesinin her şehrinin hatta bazı ilçelerinin bile kendine
özgü bir müzik icrası vardır. Bu Türk insanının olaylar sonucunda
değişik şekillerde duygulanması ve bu duygularını değişik
şekillerde ifadesinin bir sonucudur. Bu yönü ile Türk müziğinin
önemli yapı taşlarından olan “Türk Halk Müziği” oldukça çeşitli ve
renklidir. Bunun ile birlikte yine Türk müziğinin diğer bir dalı
olan ve geçmişte çoğunlukla saraylarda veya sarayların bulunduğu
şehir merkezlerinde beste esasına dayalı olarak üretilen ve şehir
müziği de diyebileceğimiz “ Türk Sanat Müziği” de vardır ki bu iki
yapı Türk müziğinin çatısını oluşturmaktadır.
Harput müziğinde ise bu önemli iki yapıyı bir arada görmek
mümkündür. Harput, 1085 yılında Türklerin eline geçmesi ile
birlikte, cami, medrese, hastane, çeşme, türbe ve saray gibi
kurumlar yapılarak hızla şehirleşmeye ve önemli bir kültür merkezi
olmaya başlamıştır. Bu kurumlarda çok sayıda mutasavvıf, ilim
adamı ve sanatkâr yetişmiştir. Bu sanatçılar Harput kültürü ile
Türk İslam kültürünün sentezinden oluşan eserler vermiş, şairler
şiirler yazmış ve adı bilinmeyen bestekârlar da Harput’taki
saraylarda, konaklarda bu şiirleri bestelemişlerdir. Böylece Orta
Asya’dan kopup gelen Türk insanı beraberinde getirdiği bilgi
birikimi ve folklorik değerlerini Harput kültürü ile
birleştirerek, hem sanatın hem de medeniyetin en güzide
örneklerini burada sergilemiştir.
Bu nedenle bugünkü Türk Sanat Müziğinin doğuş yerleri eğer
saraylar veya bu sarayların bulunduğu şehir merkezleri ise; bu
müzik türünün ilk bestelerini de Harput’ta veya Harput’taki
saraylarda aramak gerekmektedir. Günümüzde önemli bir kültür
merkezi olan, “İstanbul’da o dönemlerde Türk ve Türk müziği
yokken, Harput’ta kurala dayalı olarak Türk müziği icra
ediliyordu.”(Eroğlu 1989:11) Bu nedenle Harput müziğinde bugün
gerek klasik sazların kullanılması, gerekse makama ve kurala
dayalı bir müziğin icra edilmesi, gerekse Fuzuli, Nedim ve Nevres
gibi Divan şairlerinin eserlerinin okunması tesadüfî olmamakla
birlikte; bu müzik icrasının çok köklü bir geçmişi ve geleneği
vardır. Bu tarihi belgelerden anlaşıldığı gibi, konu ile ilgili
anlatılan rivayetler de bulunmaktadır. Bunlardan birisi;
“.....Divan ve Nevrûz makamlarındaki ağır bestelerin,
Artukoğulları ve Uzun Hasan’ın Harput’taki saraylarında mehter
takımları tarafından çalındığı, bu eserlerin Horasan erlerinden
miras kaldığı şeklindedir. Bunu doğrulayan işaretler de vardır.
Makamların adları ile birlikte, türkülerde adı geçen, İsfahan,
Şiraz ve Şirvan gibi Türkler’in bulunduğu yakın Asya şehir
isimleri bu rivayeti gerçekleştirmektedir.”(Memişoğlu 1966:11)
Harput bölgesinin Müslüman Araplar’ın eline geçerek İslâm dini ile
tanışması VII.y.y.a yani Türkler’in bu bölgeyi fethinden yaklaşık
400 yıl öncesine rastlamaktadır. Bu tarihten sonra Harput ve
çevresinde İslâm dininin etkisi ile tasavvufî bir yaşayış biçimi
hakim olmuştur. Bu sebeple gerek Harput kültüründe, gerekse Harput
müziğindeki gazel ve nefeslerde bu etkiyi görmek mümkündür. Harput
müziği konusunda en önemli çalışmayı yapan araştırmacılardan olan
Fikret MEMİŞOĞLU konu ile ilgili; “Harput musikisinde içli bir
ibadetin coşkunluğu hissedilir. Bir makama başlanırken söylenen
gazellerde, bir ilahî çeşnisi vardır. Bundan sonra gelen türküler,
bu ilahî duyguyu dalgalandıran ve coşturan nağmelerdir. Bestelerin
yarattığı manevî coşkunluk, gerçekten insanı maddî alemden
uzaklaşmağa zorlar. Söyleyene ve dinleyene bir uçuş hissi gelir.
Bu anda hiçbir istek ve işaret lüzum olmaksızın, içgüdünün
şevkiyle sazın kendiliğinden ayak tutması sonunda göklere yükselen
bir ezan gibi, yüksek havalara, yerli tabir ile kayabaşı ve
hoyratlara geçilir.” (Memişoğlu 1966:9) diyerek Harput insanın
müzik icra ederken veya dinlerken içinde bulunduğu ruh halini
anlatmaktadır. Başka bir yerde ise; “Her makamın başında okunması
gereken Nefese (Gazele), o makamın ilahisi demekte bir bakıma
zaruret vardır. Çünkü, bugün bile Harput’un eski hafızları, Kur’an,
Aşir ve Mevlüt okurken, gazellerdeki okuyuş tavrını tekrar
ederler. Gazellerdeki perdeler, iniş-çıkış ve dalışlar, aynen
bunlarda ve bunların arasında okunan ilahilerde yapılır. Hatta,
Naat okunurken, selat-ü selem verilirken de ağır ve yüksek
havalardaki ahenge uyulmaktadır.” .”(Memişoğlu 1966:13) diyerek
geleneksel müziğin tasavvuf müziği ile ne kadar iç içe geçmiş
olduğunu ifade etmektedir.
Aşağıdaki anı konumuz bakımından ilginçtir:
“Anlatıldığına göre, tiz sesli Saray Hatun Camii müezzini, Perili
Hafız diye maruf Hacı Süleyman, sabah ezanından evvel, Naat
okurken cemaatin sağdan, soldan camiye geldiği sularda, birdenbire
Elezber’e geçmiş ve halk manilerinden birini söyleyerek Hoyrat
okumaya başlamıştır. Namaza gelmekte olan Büyük Beyzade Hacı Ali
Efendi’ye yaklaşanlar; Perili Hafız’ın bu yaptığı küfürdür diye,
şekvacı olmuşlar. Fakat Beyzade Hoca; Acele etmeyin, sonunu
bekleyelim, diye durup dinlemiş. Müezzinin Elezber denilen yüksek
havayı bitirdikten sonra tekrar Naat’a devam ettiğini görünce,
Beyzade Hoca yanındakilere dönerek; Bu vecit halidir, hoş görmek
gerekir, vebal değil belki de sevap işlemiş oldu, diyerek şikayete
hak vermemiştir.” (Memişoğlu 1966:13)
Görüldüğü gibi Harput halkı tasavvufî yaşayış biçiminin sonucu
ortaya çıkan tasavvuf müziği ile geleneksel müziğini birbirine
ters düşmeden büyük bir ustalıkla birlikte kullanmasını da
bilmiştir. Bu ustalık günümüz Harput müziği içerisinde önemli bir
yere sahip olan Rıfat Dede’nin;
“Ben şehid-i badeyem, dostlar demim yad eyleyin
Türbemi meyhane enkaziyle bünyad eyleyin
Gaslolunmaz ma ile gerçi şehidan-ı vega
Yıkayın meyle beni, bir mezhep icad eyleyin”
Harput Divanı adı ile de bilinen gazelinde de görülmektedir. Bunun
ile birlikte yörede “Ağır Halay” olarak da bilinen ezginin
klarinet ile icrasında da oyun havası olmasına rağmen ilahi veya
mistik bir havayı hissetmek mümkündür.
Tasavvuf ve Türk Sanat Müziği ile birlikte, Harput ve çevresindeki
insanların yaşadıkları çeşitli olaylar karşısındaki duygularını
şiirlere dökerek seslendirmesi sonucu yakılan ve dilden dile
dolaşarak anonim halk müziği ürünleri arasına girmiş türkülere de
rastlamak mümkündür. Bu türkülerin bazılarının bestekarı
bilinmekle birlikte büyük bir çoğunluğunun kim tarafından, ne
zaman yakıldığı bilinmemektedir. Harput türküleri meçhûl kişi
tarafından yakıldıktan bir süre sonra gerek söz, gerekse melodi
eklenip çıkarılması ile topluma mal olmuştur.1
Elazığ-Harput müziği, gerek yapısı itibarı ile gerek icrâ biçimi
ile gerekse bu icra sırasındaki kuralları ile Türk müziği
içerisinde özel ve önemli bir yere sahiptir. Kış aylarında;
kürsübaşları, yaz aylarında; düğünler, bağ, bahçe, kaya ve havuz
başları Harput sanatçısının derdini, sevdasını ve hasretini dile
getirdiği geleneksel sahnelerdir. İcra edilen türkü ve şarkıların
bazılarında sazın çaldığı giriş ve ara müziği söz bölümünün
nakaratı iken, büyük bir çoğunda da sazın çaldığı giriş ve ara
müziği farklıdır. Harput uzun ve kırık havalarında saz ve söz
bölümleri birbirini tamamlayan iki önemli unsurdur. Türkülerin söz
bölümleri kadar, saz bölümleri de oldukça önemlidir. Ne var ki,
Harput’un mutaassıp bir yapıya sahip olması nedeni ile çalgı
çalmak veya çalgı ile uğraşmak yörede hoş karşılanmamıştır. Bu
nedenle yöre ezgilerini çalgı ile çalanlar veya çalgı işleri ile
uğraşanlar çoğunlukla yörede ki gayrimüslimler olmuştur.
Sunguroğlu konu ile ilgili; “Harput’da mutlak bir şey varsa o da,
sesin sazdan daha üstün yer almasıdır. Birkaç yaran, bir araya
geldiler mi, bir havuz başı veya bir dere kenarı buldular mı saz
olsa da olmasa da bunlar seslerinin kudretleriyle güzel bir ahenk
yaratabilirlerdi. Çok defa melodilerin tempoları sazla değil,
sesle tutulurdu. Bu tempo bir lây... lây... lâm... lây... lilây...
lây...lâm dan ibarettir ki, bununla istenilen türkü söylenir ve bu
ayakla uzun havalara da geçilebilinirdi. Saz ele geçmezse ya böyle
ağızlarıyla veya ellerine geçirdikleri her hangi bir tepsi veya
bir madeni eşya parçasıyla tempolar tutulur, türkü ve şarkılar
başlar, güler oynar, eğlenilirdi. Bu eğlenceler, o kadar canlı ve
neşeli geçerdi ki, sanki takım takım saz varmış gibi....Bu suretle
sesi öne alan Harputlu sazı geride bırakmış, doğrusu ihmal
etmiştir.”(Sunguroğlu 1961:14) Diyerek Harputlu’nun mutaassıp
yapıya ters düşmeden, çalgı nağmelerini sesi ile yaparak arada
zekice bir yol bulduğunu ifade etmektedir. 1937-1952 yılları
arasında Ankara Devlet Konservatuarı tarafından yapılan derleme
çalışmaları sırasında Elazığ’a da gidilmiş ve Halil Bedi Yönetken
yöre müziği ile ilgili; “....Harput’ta vaktiyle halk, yaz
mevsiminde, ekseriye Cuma günleri, Kayabaşı, Kale, Kurey... gibi
mahallelerde toplanır eğlenirmiş, buralarda yenilir, içilir,
şarkılar, türküler, yüksek mayalar söylenirmiş. En enteresanı
meselâ Kayabaşı mahallinde güzel seslilerden bir gurup veya çok
tiz ve gür sesli bir solist bir maya söylerken, diğer mahallelerde
toplananlar onları dikkatle dinler, sonra onlara meselâ Kurey aynı
şekilde cevap verir, onu da kaledekilerin konseri takip edermiş.
Bu müzik törenini bütün Harput şehri gecenin sükûnetinden istifade
ederek dinlermiş.”(Yönetken 1966:96) 1944 yılına ait açıklaması;
Harput’da ki eski müzik ortamlarını, ruhu, coşkuyu anlatması
bakımından önemli olduğu gibi, yöre müziğinin insanlar arasındaki
sosyal ilişkilere olumlu etkisini anlatması açısından da önem
taşımaktadır. Halil Bedi Yönetken; “....Elazığ’ın eski yerli müzik
kültürünü aydın olan olmayan birçok Elazığlı halâ bütün özlüğü ile
yaşatmaktadır. Biz ne aydın kimseler tanıdık ki, bize saatlerce
divan, tecnis, müstezat, elezber ve maya okudular. Sonra ne
halinden hiçbir şey umulmayan insanlar gördük ki bize meselâ
Fuzuli’den İbrahimiye söylediler.. Türk, muhakkak ki güzel
sanatlara çok düşkün, güzel sanat sevgisini doğuştan taşıyan bir
millettir. Elazığ uzun havaları cidden uzun süren ezgiler
olduğundan onları ölçülü ve kısa plâklara sığdırmaya imkân yoktur.
Bundan dolayı plâk firmalarıyla anlaşmanın çok güç olduğunu
söylediler.” (Yönetken 1966:96) Diyerek yöre müzik kültürünün
geniş ve yüksek seviyesini de vurgulamaktadır.
Harput müziğinin icrasında gelenek çok önemlidir.Yörede eskiden
müzikle uğraşanların büyük bir çoğunluğu hafızlıktan gelmedir.
Türküler, yörede “Harput Ağzı” olarak bilinen, özel bir türkü
söyleme biçimi ile icra edilmektedir. Bu icranın günümüzdeki en
iyi temsilcilerinden biri de; 1935 yılında Elazığ’ın Palu
ilçesinde doğmuş olan Enver Demirbağ’dır. Enver Demirbağ, eskiden
Harput müziğinin icracıları olan hafızlardan, Harput makamlarını
ve müzik geleneğini daha çocuk yaşta öğrenmeye başlamıştır. Bu
bağlamda gerek Enver Demirbağ ve gerekse kardeşi Paşa Demirbağ
hafızlardan aldığı bu müzik kültürünü ve geleneğini günümüze kadar
doğru bir şekilde taşıyan en önemli damarlardan biridir. Bu
sebeple günümüz Harput müzik kültüründe Demirbağ kardeşler
geçmişle bugün arasında köprü vazifesi görmesi bakımından oldukça
önemlidir. Usta çırak usûlü ile müziğe ilgisi ve yeteneği olan
insanlar yöredeki geleneksel müzik icra ortamlarında
yetiştirilmiş, eserler ağızdan ağıza, kulaktan kulağa aktarılarak
günümüze kadar taşınmıştır. Enver Demirbağ’ da bu hafızlardan,
özellikle Hafız Mustafa Süer ve Hafız Osman Öge’den öğrendiği
Harput müziğini ve makamlarını, kendisinden sonra ki nesle yine
aynı geleneksel usûllerle aktarmıştır. Günümüzdeki yeni nesil bazı
icrâcılarda, Enver Demirbağ’ın nağmelerini ve tavrını, hatta bazı
nağmelerdeki detonelerini dahi görmek mümkündür. Zaten bu müzik
icrasındaki başarının ölçüsü de; yapılan nağmelerin bir önceki
kuşağın yaptığı nağmelere ne kadar benzediğidir.
Fakat başta uzun havalar olmak üzere, kırık havalarda da aynı
kaynak kişinin değişik zamanlardaki icraları arasında farklılıklar
görülebilmektedir. Bu yorum ve icra farklılıkları, yöredeki
mahallî sanatçılar arasında da vardır. Yöredeki müzik kültürünün
ve melodi zenginliğinden kaynaklanan bu değişik icralar notaya
alınırken, kaynak kişinin kim olduğu veya kimin hangi icrasına
göre notaya alındığı mutlaka yazılmalıdır.
Harput müziği; kendine özgü çalgıları, makamları ve icra
sırasındaki kuralları ile özel bir bölgedir. Her makamın kendi
içerisinde muhakkak bir gazeli, hoyratı ve kırık havası vardır.
Makamlarının bir bölümü İstanbul veya diğer bölgelerde de
bilinmesine rağmen, bir bölümü yalnız Harput’a özgüdür. Harput’a
özgü bu makamlar şunlardır:
-Divan Makamı.
-Elezber Makamı.
-İbrahimiye Makamı
-Tecnis Makamı.
-Tatvan Makamı.
-Varsak Makamı
-Muhalif Makamı.
-Müstezat Makamı.
-Kürdî Makamı.
-Nevruz Makamı.
Fakat dikkat edildiğinde makam adları ile, makamın başında
söylenen hoyrat veya gazeller aynı ad ile bilinmektedir. Buradan
Harput makamlarının adını, söylenen gazel veya hoyratlardan aldığı
söylenebilir.
Harput’ta söylenen türkü ve şarkılardan bazıları, Türk Sanat
Müziği makamlarına denk gelmekle birlikte, büyük bir çoğunluğunun
icrası ve dizi içerisindeki seyri farklıdır. İshak Sunguroğlu da
konu ile ilgili; “.......İstanbul ağzı bir Saba ile, Harput ağzı
bir Saba arasında bariz farklar görüldüğü gibi diğer makamlarda da
bu böyledir.........Hiç bir zaman Harput havaları, İstanbul beste
ve nağmelerini tutmaz, melodileri değişiktir, arada bariz farklar
göze çarpar.”(Sunguroğlu1961:46) Şeklindeki açıklamaları
düşüncelerimizi desteklemektedir.
Aslında makamı belirleyen asıl unsurun eserin seyir karakteri
olduğu göz önüne alınırsa Harput şarkı, türkü, hoyrat ve
gazellerin yöreye özgü makam adları ile ayrı bir makam olarak
tanımlanması veya adlandırılması da doğrudur. Çünkü bu eserlerin
her biri yörede genel olarak Türk Sanat Müziğinde bilinen
makamlarla anlatıla bilse bile bir çoğu başta seyir karekteri
olmak üzere icra yönünden farklılıklar ve yerel özellikler
taşımaktadır. Bu özellikler ise makamı belirleyen asıl
unsurlardır. Belki de bu makamların sadece Harput’ta kalması ve
İstanbul gibi günümüzdeki büyük merkezlere taşınmaması veya Türk
Sanat Müziği makamları arsında yer almaması bu eserlerin yerel
seyir ve icra özelliklerden dolayıdır. Buna örnek olarak Türk
Sanat Müziğinde Hüzzam makamı olarak bilinen makamdaki eserlere
Harput’ta Muhalif Makamı denilmesi gösterilebilir. Fakat çıkıcı
olan Hüzzam Makamı Harput’ta Muhalif Hoyrat’ta olduğu gibi inici
seyir özelliği gösterebilmektedir. Bunun gibi Karcigar makamı
özelliği gösteren eserlere Harput’ta Nevruz denilmesi de yine bir
başka örnektir. Fakat Harput’ta Nevruz Makamında okunan eserler,
Karcigar makamının seyir özelliklerini gösterebildiği gibi, Neva
ve Nikriz makamının seyir özelliklerini de gösterebilmektedir.
Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi, dizileri aynı olsa bile,
seyir karakterleri farklı olduğundan Hüzzam ve Karcigar makamının,
yöredeki Muhalif ve Nevruz makamındaki eserleri tam olarak
karşılayabildiği söylenemez. Bu nedenle Harput ezgilerinin eskiden
beri yöreye özgü makamlarla anlatılması doğaldır. Bu konu ile
ilgili; “....Makamın izahına ait bilgiler ışığında Harput’ta özel
isimlerle anılan eserlere kesinlikle makam diyebiliriz. Ancak Türk
Müziğinde olduğu gibi bir makamın yeni bir makam olarak literatüre
alınabilmesi için mesela “Tecnis” başlı başına bir makam ise o
makamdan birçok eserin olması gerekir. Halbuki Harput’ta okunan
tecnis bir tane olup, ancak sözleri ayrı olmakla birlikte bestede
hiçbir değişiklik olmadan okunduğu da görülür. Şu halde yukarıda
saydığımız yöre ismi ile anılan eserleri makam olarak anabiliriz.
Ancak bu makamların Türk Sanat Müziğindeki gibi bir takımı
oluşmamıştır.”(Notalarla Harput Musikisi 1999:18) şeklindeki bu
düşüncelere katılıyoruz. Belki de bu takımlar2
oluştu fakat Türk Sanat Müziğindeki bir çok makam gibi günümüze
kadar takım olarak gelmedi diye de düşünülebilir. Çünkü, “hiçbir
örneği olmayan, hiçbir parçasının notası zamanımıza kadar gelmemiş
makamlar”3 da bulunmaktadır. Harput’ta
ve Türk Sanat Müziğinde de bilinen makamlar şunlardır:
a-Rast Makamı.
b-Nihavent Makamı.
c-Mahur Makamı.
d-Hicaz Makamı.
e-Saba Makamı. 4
f-Uşşak Makamı.
g-Bayatî Makamı.
h-Hüseyni Makamı.
i-Karciğar Makamı.
j-Hüzzam Makamı.
k-Acem Aşiran Makamı.
l-Muhayyer Makamı.
Fikret Memişoğlu; Müstezat’ı Beşiri makamının, Tatvan’ı da Nevrûz
makamının içerisinde sınıflandırırken; İshak Sunguroğlu: Müstezat
ve Tatvan’ı ayrı birer makam gibi değerlendirmiştir. Bu makamlar
çok küçük ayrıntılar ile birbirinden ayrıldığından konu ile ilgili
önemli çalışmalar yapan Fikret Memişoğlu ile İshak Sunguroğlu
zaman zaman bir biri ile çelişkiye düşmüşlerdir. Fakat makam
konusu, Türk müziğinin genel bir problemi olduğundan bu çelişki
zaman zaman Türk Sanat Müziğinde de görülmektedir.
Harput’ta müzik icrasına başlanırken Uşşak makamında olan “Harput
Peşrevi”5 veya “Paşa Göçtü” adı ile
bilinen sazların çaldığı sözsüz ezgi ile başlanır ve arkasından
aynı makamda olan gazele geçilir6.
Gazelden sonra metronom yönünden hızlı olmayan türküler söylenir.
Türküler bittikten sonra veya türkülerin arasında makama ait olan
hoyratlar söylenir. Daha sonra ise, yörede “Şıkıltım” veya
“Şıkıltım Havaları” adı ile de bilinen metronomu daha hızlı olan
kırık havalar çalınır ve söylenir. Harput’ta ki her makam;
a. Gazeller
b. Ağır Türküler (Metronomu ağır)
c. Hoyratlar
d. Şıkıltım Havaları (Metronomu hızlı)
olmak üzere dört bölümden oluşmakta ve makam içerisinde ki türkü
ve şarkılar bu sıra içerisinde icra edilmektedir. Memişoğlu konu
ile ilgili; “Harput ve çevresinde Anadolu’nun hiçbir bölgesinde
olmayan Orta Asya’dan gelme en eski bestelere rastlandığı gibi,
ayrıca bir makam tertibi de vardır burada.....Bu tertip, “Peşrev”
den sonra gazel(Ağır Hava), arkasından ağır türküler, bu türkünün
şevki ile arada söylenen yüksek hava ve bu yüksek havanın
ayağından gelen oynak türküler, yerli deyimle “Şıkıltımlar” olmak
üzere bir düzene bağlıdır.” Açıklamasını yapmaktadır. Yörenin en
önemli mahallî sanatçısı ve kaynak kişilerinden olan Hafız Osman
Öge’nin aşağıdaki sırayı takip ettiğini Beşirî makamını örnek
vererek;“Beşirî makamına gazel ile başlanır. Gazelden sonra türkü,
bu makamın Kayabaşı(Beşiri Hoyrat) söylenir. Beşiri hoyrat(Yüksek
Hava), ya tamamen söylenip bitirilir ya da iki satırdan sonra
araya bir türkünün bir kıtası okunarak tekrar Beşiri hoyrata
dönülür ve bitirilir. Daha sonra hareketli Şıkıltımlara geçilir.
Bu makamdan sonra Müstezat söylenir. Müstezat’tan sonra diğer bir
yüksek havaya geçilir. Daha sonra tekrar Müstezat’a dönülür.
Müstezat bittikten sonra da tekrar oynak türkülere geçilir. Klasik
düzen bu şekildedir.”(Memişoğlu 1966:10) Demekte ve makam
içerisinde belirli bir sıranın takip edildiğini belirtmektedir.
Fakat bu sıranın kesinlik ifade etmediğini, ancak eskiden yöre
müziğini ve makamlarını iyi bilen mahallî okuyucuların bu sırayı
tamamlamadıkça diğer makamlara geçmediğini de ifade etmektedir.
Harput Müziği fasıl geleneği içerisinde icra edilmektedir. Bu
nedenle gerek makam içerisinde ki icra, gerekse makamlar
arasındaki geçişler bir takım kurallar çerçevesinde yapılmaktadır.
Bir makamdan diğer bir makama geçilirken geçki yapılan makama
insan ruhunu ve kulağını alıştırmak için ya peşrev çalınmakta yada
taksim yapılmaktadır. Bundan sonra geçilen makamın gazeli ve diğer
türküleri yukarıda belirtilen sıra takip edilerek okunmaktadır.
Bir makamdan diğer bir makama geçiş rast gele değil, Hüseyni,
Uşşak ve Bayati gibi bir birine benzer ve yakın olan makamlardan
yapılmaktadır. “........Hafız Osman Beyin bulunduğu bir eğlencede,
Şükrü Canaydın’ın, bulunanların isteklerine uymak için rast gele
çaldığı türkülerden sonra, Hafız Osman Beyin de söylemesi arzu
edilince; Hafız Osman Bey: “Şükrü rast gele çalma, zihnimiz
karışıyor. Bir makama başlayıp bitirdikten sonra öbürüne geçelim.”
diye ihtar etti. Fikret Memişoğlu’nun Pertek’te bir düğündeki bu
anısı konumuzu açıklaması bakımından önemlidir. Ancak; Divan,
Tecnis ve Nevrûz makamlarından oluşan ve Divan’ın arasında yörede
“Cılgalı Maya” ve “Elezber” adı ile de bilinen uzun havaların
okunduğu bir sıranın takip edilmesi yörede âdet halini almıştır.
Bunun ile birlikte Harput makamlarını çok iyi bilen mahallî
sanatçılar; İbrahimiye, Hüseynî, Uşşak ve Bayatî gibi birbirine
benzer olan makamların türkü ve şarkılarını birbirine karıştırarak
da söyleyebilmektedir.
Harput gazel ve hoyratları yöresel deyimle dört perde üzerinden
söylenmektedir. İcracılar bu perdeleri; 1.perdeye “Pes Perde”,
2.perdeye “Üst Perde”, 3.perdeye “Tiz Perde” ve 4.perdeye de “Düz
Perde” veya “Bağlama Perdesi”olarak adlandırırken, halk bu
adlandırmayı; 1.Perdeye “Başlaması”, 2.Perdeye “Aşması”, 3.Perdeye
“Çıkması” ve 4.Perdeye de “Yıkması”(Memişoğlu 1966:9) şeklinde
adlandırmaktadır. Aslında uzun havalardaki bu perdeleri ayrı ayrı
bölümler veya bir bütünü oluşturan parçalar gibi düşünmek doğru
olacaktır. Çünkü bu bölüm veya perdelerin her birinin müzik
cümleleri, ses sahası, anlatımı ve ifadesi farklıdır. Fakat,
Harput’taki bu adlandırmanın, daha çok müzik ifadesinden veya
sözlerinden dolayı olduğu düşüncesindeyiz.
Yörede söylenen türkü ve uzun havalar “Harput Ağzı” ile
söylenmektedir. Bunun ile birlikte özellikle ova köylerinde ki
türküler; “Ova Ağzı” veya “Hızmekâr Ağzı” denilen ve Harput’ta çok
makbûl sayılmayan bir söyleyiş biçimi ile icra edilmektedir.
Günümüzde Harput’un en iyi mahallî sanatçılarından olan kaynak
kişi Enver DEMİRBAĞ, “Yöredeki sanatçılar nasıl yetişiyor?”
sorusuna; “Şimdi meraklı ve sesi güzel olanlar usta-çırak
yöntemiyle. Bunlar muhakkak ki ustaların yanında makama tabi
tutulur. Rast gele okunursa zaten muteber olmuyor. Sesi çok ama
makam bilmiyor, ağzı düzgün değil, ova ağzı gibi söylüyor, derler.
Onları itibara almazlar.....Şimdi Harput’un müziğini söyleyenler
Hafız Osman Öge tarzında değil, Ova Ağzı söylüyor. Bunun için
itibar görmüyorlar. Harput’ta avam-havas diye bir durum var. Havas
durum yüksek kültürlü insanlar onu anlayamadı mı o bir yere
gelmez. O insan, cemaatlere girip oturamaz.” diyerek bu müziği
gerek anlayabilmek gerekse icra edebilmek için her yönü ile yüksek
bir edebiyat ve müzik kültürüne sahip olunması gerektiğini ifade
etmektedir. Türküleri icra edebilmek veya iyi icra eden
sanatçıların arasına girebilmek için ise, sadece sesin güzel
olması yeterli değildir. Bunun ile birlikte yöre makamlarını,
ağzını, edep-erkanını7 da iyi bilmek
gerekmektedir.
Harput’un taassup bir bölge olması nedeniyle kadın ve erkek
eğlenceleri farklı mekânlarda yapılmaktadır. Bu nedenle kadın ve
erkekler bir arada oyun oynamadığı gibi türkü de söylemezler.
Yörede ki gazel, hoyrat ve uzun havalar ise, bir çok bölgede
olduğu gibi sadece erkekler tarafından okunmaktadır. Fakat eskiden
bazı kadınların (mesela İri Güllü) bazı hoyratları okuduğu
söylenmektedir.
Şüphesiz ki geçmişi yüz yıllara dayanan ve köklü bir müzik geçmişi
olan Harput müzik kültürünün sınırlarını bu günkü Elazığ ili
siyasi sınırları ile çerçevelemek doğru değildir. Günümüz de bu
kültürün izlerine başta Diyarbakır olmak üzere Urfa ve Kerkük’te
de rastlamak mümkündür. Her ne kadar Harput müziği, tavır, usûl,
ağız ve metronom gibi özeliklerinden dolayı farklı olsa da gelenek
yönünden bu yöre müzikleri ile benzer yanları da bulunmaktadır.
Fakat bu konu çok geniş bir araştırma ve çalışmayı
gerektirmektedir.
Harput şarkı ve türkülerini makama göre tasnif etmek belirli bir
yapıyı akla getirmekle birlikte, dizi içerisindeki seyir makamı
belirlediğinden bu tür bir tasnifte çeşitli tereddüt veya
çelişkiler çıkabilmektedir. Çünkü,bir dizi aynı zamanda birkaç
makamın çatısını oluşturabilmektedir. Bu nedenle, İshak Sunguroğlu
ile Fikret Memişoğlu; türkülerin makamlarını belirtirken zaman
zaman birbirleri ile çelişkiye düşmüşlerdir.
Bu nedenle Harput-Elazığ türkü ve şarkıları melodik yapısına veya
konularına göre değil, aşağıdaki gibi usûl yapısına veya
formlarına göre tasnif edilmesi daha uygun olacağı
düşüncesindeyiz.
A. Uzun Havalar.
a. Ayağı Usûllü Olan Uzun Havalar.
b. Ayağı Usûlsüz Olan Uzun Havalar
B. Kırık Havalar.
a. Türküler
b. Peşrevler
c. Sözlü Oyun Havaları
d. Sözsüz Oyun Havaları
Görüldüğü gibi Harput müziği; anonim Türk halk müziği ile
İslamiyet’in kabulünden sonra çıkan Tasavvuf müziğinin, daha sonra
ki saray veya şehir müziği ile harmanlandığı bir bölgedir. Ayrıca
yaklaşık 900 yılı aşkın bir zamandan beri düşman işgâline hiç
uğramamış olması nedeni ile gerek Türk kültürünün ve gerekse
kültürün önemli bir unsuru olan Türk müziğinin özünün aranacağı
önemli merkezlerden birisidir.
NOTLAR
1-Bu konu ile ilgili; ABACI Tahir, Harput/Elazığ
Türküleri,s.42, de “Yüksek Minarede Kandiller Yanar” adlı türkü
ile ilgili yazar İshak Sunguroğlu’nun bir tahminini kanıt gibi
göstererek türkünün Kastamonu’ya ait olduğunu ifade etmektedir.
Oysa; SUNGUROĞLU,a.g.e.,s.147’de “Kastamonu’ya ait bir türkü
olması muhtemeldir” şeklinde bir ifade bulunmaktadır. Buradan bu
türkünün Kastamonu olduğu çıkmamaktadır. Kaldı ki Türk halk
müziğinin gerek söz gerekse melodi yönünden varyantlarının yani
benzerlerinin bulunması en önemli özelliklerdendir. Ayrıca söz
konusu türkü özellikle ezgi yönünden tipik bir Harput ezgisidir.
Söz konusu eserin muhtelif yerlerinde buna benzer tahminlere
dayanılarak önemli yorum hataları yapılmıştır.
2-Takım; Umumiyetle bir bestekar
tarafından bestelenen peşrev, saz semâîsi, 2 beste, 2 semâî ve
çeşitli usullerde birkaç şarkıdan müteşekkil tam fasla verilen
isim. (Öztuna II,a.g.e.,s.370)
3-Daha geniş bilgi için; ÖZTUNA, Yılmaz, Büyük
Türk Musikisi Ansiklopedisi-I1,s.17, Kültür Bakanlığı:1164, Kültür
Eserleri Dizisi:149,Ankara,1990. esere bakınız.
4-Bu makama Harput’ta Sabahi Makamı da
denilmektedir.
5-Harput müziği konusunda en önemli çalışmaları
yapan İshak SUNGUROĞLU ve Fikret MEMİŞOĞLU, konuyu anlatırken
“Peşrev” kelimesini Geleneksel Halk Müziğinde ki ayak tabirinin
karşılığı olan giriş müziği anlamında da kullanmaktadır. Bu giriş
müziği Harput Peşrevi’nde olduğu gibi usullü olabildiği gibi;
serbest ritimli yani usulsüz de olabilmektedir. Ayrıca bu iki
araştırmacı eskiden Saba makamına “Mevlevi Peşrevi” adı ile
bilinen fakat bizim tespit edemediğimiz bir peşrev ile
başlandığını belirtmektedir. (Memişoğlu, a.g.e., s.13 ve
Sunguroğlu, a.g.e., s.50)
6-Harput’ta bu gazellere genellikle “Ağır Hava”,
Hoyratlara da “Yüksek Hava” denilmektedir.
7-Konu ile ilgili daha geniş bilgi için;
Dr.Türker EROĞLU, Halk Oyunları Ve Halayların İncelenmesi, s.86,
Kılıçaslan Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti., Ankara,1995, eserine
bakınız.
KAYNAKÇA
ABACI (Tahir), 2000, Harput/Elazığ Türküleri, Pan
Yayıncılık,İstanbul.
ARDIÇOĞLU (Nurettin), 1964, Harput Tarihi, İstanbul.
DİKİCİ (Mehmet), 1998, Anadolu’da Türkler Anadolu’ya Türk Göçleri,
Burak Yayınları: 67, İstanbul.
Elazığ 1967 İl Yıllığı, 1970, Bingöl Matbaası,Elazığ.
Elazığ İl Yıllığı 92, (Basım Tarihi Yok), Ankara.
Elaziz Halk Türküleri ve Oyunları, 1936, Elaziz Halkevi Güzel
Sanatlar Komitesi Yayımı, Sayı:1, Resimli Ay Basımevi,İstanbul.
EROĞLU (Türker),1995, “Harput’ta Kurala Dayalı Müzik Yapma
Geleneği”, Tuncer Gülensoy Armağanı, s.205, Bizim Gençlik
Yayınları Nu:20, Armağan Serisi Nu:2, Kayseri.
EROĞLU (Türker), 1995, Halk Oyunları Ve Halayların İncelenmesi,
s.86, Kılıçaslan Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti., Ankara.
EROĞLU (Türker), 1989, “Harput Müziğinin Türk Müziği İçindeki
Yeri”, Millî Folklor Dergisi, C.1, Sayı:2, s.11, Ankara.
KARADENİZ (M.Ekrem), Türk Mûsikîsinin Nazariye ve Esasları,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara.
MEMİŞOĞLU (Fikret),1966, Harput Ahengi, Matbaa Teknisyenleri
Basımevi, İstanbul.
Notalarla Harput Musikisi,1999, Cilt I-II, Çağ Ofset, Elazığ.
ÖZTUNA (Yılmaz),1990, Büyük Türk Musikisi Ansiklopedisi-II, Kültür
Bakanlığı:1164, Kültür Eserleri Dizisi:149,Ankara.
SİLER (Abdurrahman) “Tarihte Harput ve Elazığ”, Elazığ’ın Sesi
Harput, Yıl:1, S.1, s.23, Turan Matbaası, Elazığ.
SUNGUROĞLU (İshak),1961, Harput Yollarında, c.3, s.14, Elazığ
Kültür ve Tanıtma Vakfı Yayınları No:2, İstanbul.
TURA (Yalçın), 1987, “Türk Halk Musikisindeki Makam Hususiyetleri
ve Bunların Dayandığı Ses Sistemi”, III. Milletlerarası Türk
Folklor Kongresi Bildirileri, Kültür ve Turizm Bakanlığı, MİFAD
Yay:85, C.3, s.293, Başbakanlık Basımevi, Ankara.
YÖNETKEN (Halil Bedi),1966, Derleme Notları 1, “Elazığ Müzik
Folkloru”, s.96,Orkestra Yayınları:1, Çeltüt Matbaacılık Koll. Şti.,
İstanbul. (Aynı çalışma; Varlık Dergisi, Sayı:274-275,
İstanbul,1944. te de yayınlanmıştır.)
Not: Bu çalışma; 15-16 Mayıs 2003 tarihinde
Elazığ’da düzenlenen “1.Elazığ Kültür Kurultayı” nda tebliğ olarak
sunulmuştur. Gaziantep
Üniversitesi,Türk Müziği Devlet Konservatuarı,Sanatçı Öğretim
Görevlisi. |