ana sayfa
türkü sözleri
türkü notaları
türkü hikayeleri
gönül verenler
bağlama-nota
ozanlarımız
halk müziği
konser-tv
kitaplık
yazılar
sözlük
arşiv
linklerimiz
görüşleriniz
site içinde ara
tavsiye edin
muhabbet

Güncellemelerden haberdar olmak için
e-mail listemize üye olunuz. 

İsim: 
E-mail: 
            
  

HALK ŞAİRİ VE SAZ ŞAİRİ KAVRAMLARI

                                                                                                 Metin Turan

HALK ŞAİRİ
Halk şairi kavramını anlayabilmek için, öncelikle bugün artık belirgin çerçevesini yitirmiş halk kavramının tarihsel, anlamına eğilmek gerektiği ortaya çıkar. Henüz işbölümü gelişmemiş olsa da, ilk çağlarda halk, yöneten hakim zümrenin dışında kalan geniş kesimlerdir. Hükümdar ya da padişahı Tanrının yeryüzündeki vekili, olarak algılayan bu toplumlarda, yöneten yani hükümdar çoban, halk da onun sürüsü durumundadır.

Genel hatlarıyla bu çerçevede algılayabileceğimiz halk kavramı, özellikle Türklerin Müslümanlığı kabul, ettikleri çağlara değin uzanır gelir. Türklerin Müslümanlığı kabul etmeleri ve devlet sınırlarını genişletmeleriyle başlayan idari teşkilatlanma içerisinde, iş bölümü, üretim ve paylaşım yöntemlerinin değişip gelişmesiyle tabakalaşma ve sınıflaşma da kendisini göstermeye başlamıştır. Her ne kadar İslam ile tanışmanın ilk yüzyıllarında henüz bu sınıflaşma belirgin hatlarına kavuşmamışsa da, bu yöndeki değişimlerin tarihselliğini XI. yüzyıldan itibaren görmek olasıdır.

"XV. Yüzyılda, Türk illerinde birbirinden ayrı, ama birbirine eş iki uygarlık merkezinin parlayıp yükseldiği görülür. Bunlardan biri Türkistan'da Horasan'ın merkezi olan Herat, öteki de Fatih'in yeniden kurduğu İstanbul'dur. Herat'ta, görkemli sarayları camileri, medreseleri, tekkeleri, türbeleri, zaviyeleri, imaretleri, kervansarayları, hanları ve hamamlarıyla, Türk-İslam mimarisi en parlak devrine ulaşmış; Türk edebiyatı, Fars edebiyatı yanında kişiliğini kazanmaya başlamış, ticaret gelişmiş, Büyükşehirlerde kapalı çarşılar bedestenler kurularak alışveriş artmış, Türk el sanatları inceliği ve güzelliğiyle her yerde aranılır bir değer kazanmıştır.

Herat merkezi, XV. yüzyılın ikinci yarısında Hüseyin Baykara-Nevai devrinde olgunluk çağına eriştikten sonra, önce Nevai nin sonrada Sultanın ölümüyle sönmeye yüz tutar.

Fatih'in kurduğu İstanbul merkezi ise, Kanuni devri olgunlaşarak en parlak devrine erişir. Medrese, Fatih külliyelerinden sonra Süleymaniye külliyeleriyle çağın en yüksek Üniversitesi haline gelir. Bilim aleminde ünlü kişiler yetişir. Tarikatların toplandığı tekkelerde halkın sevgisini kazanmış büyük şeyhlerin ''post-nişin'' olduğu görülür. ''Ulema-i rüsum'' ile ''arifler'' kendi yerlerini alırlar. Ordu, iklimleri aşarak, Türk topraklarına yeni ülkeler katar. Devlet örgütleri genişler. Türk edebiyatı, divanları, hamseleri; tarihleri, tezkireleri ve şeh-engiz gibi yerli türleriyle kişiliğini bulur. Ticaret hayatı genişler. Türlü meslekler, esnaf loncalarıyla sıkı örgütlere bağlanır. Her yer genlik ve bolluk içindedir.

Böylece iş bölümü meydana gelmiş, toplumsal sınıflar kesinlikle belirmiş, tabakalara ayrılmıştır. Her çevre kendi karakterine uygun, kendi hayatını yaşamaktadır. İşleri, kazançları ve yaşama düzeyleri birbirinden ayrı olan bu sınıflarla, her sınıftaki tabakaları şöyle sıralayabiliriz: 

1. Müderrisi, muidi; mülazımı, kadısı, imamı, müezzini, kayyumu, hocası ve kalfası ile her dereceden bilim ve din adamları;
2. Şeyhi ve dervişiyle tarikatları temsil edenler;
3. Devlet hizmetlerinde görevli büyük küçük memurlar ve kendi kendilerini yetiştirmiş aydınlar;
4.Türlü sınıftan asker ocaklarında yaşayan kara ve deniz erleriyle subaylar;
5. Tüccar, büyük esnaf, küçük esnaf, satıcı, gezici, aylıkçı ve gündelikçisiyle iş aleminde yer alanlar;
6. İşleri güçleri olmayıp şehirlerde başkalarının sırtından geçinen serseri ve ayak takımı; dinle ve bilimle hiçbir ilgileri olmadığı halde, halkın din ve bilim adamlarına gösterdiği saygıdan yararlanmak üzere, derviş ya da hoca kılığına girip, başında ince bir tülbent, sırtında eski bir cübbe; köy köy dolaşan asalaklar;
7. Köylerde toprak ve hayvanla uğraşıp ürün yetiştiren tarımcılar, ağalar, köylüler, yancılar, ırgatlar.

Toplumsal işbölümü böylece ayrılmış olmakla birlikte, sarayla çevresi (yüksek aşamalara erişenler) dışındaki bütün bu sınıflarda yer alanlar, işleri ve yaşama düzeyleri ne olursa olsun, aynı ''kader birliği'' içindedirler. Taşralarda derebeyleri ve merkezi temsil eden paşalarla merkeze karşı ayaklanmış olanlar, başkentteki imtiyazlı sınıfın ve devletlilerin rolündedirler.

Agah Sırrı Levend'in vurgulamalarından da çıkarılabileceği üzere, halk kavramı toplumsal sınıfların belirginleşmesiyle ortaya çıkıyor. İslamiyet'le birlikte saray çevresinde oluşturulan Acem ve Arap düşünürlerden oluşmuş ''ulema'' ile de derinleşen kültürel farklılık özellikle dil gibi iletişimin vazgeçilmez unsuru üzerinde, düğümlenince zevkleri ve yaşayışları zaten farklı olan; kaba çizgileriyle de saray ve halk gibi iki toplumsal tabakayı bir başka deyişle sınıfı da birebirinden uzak enderun da yetişmiş ''havas'' ın dışında kalan geniş kesimleri içermektedir. Yaşam biçimi sade, süsten uzak, konuşma dili herkesin kolaylıkla anlayabileceği temiz bir Türkçe olan kesimlerdir.

Halk şiiri, toplumsal işbölümünde üretici sınıtları, bizi bugün ulusal nitelikler dediğimiz tarihsel uzantıda kimliğimizin renklerini oluşturan dili temiz Türkçe, yaşamı saray ve onu çevreleyen kültürel/düşünsel dünyanın dışında kalan kesimlerin heceyle söyledikleri, içerisinde sahibi belli olanlar da bulunan ya da söyleyeni hiç belli olmayan edebi ürünlerdir. Bu bakımdan, örneğin ilk söyleyeni bilinemeyen herhangi bir türkü, ya da mani de halk şiirinin içerisindedir, söyleyeni belli olan; örneğin, Köroğlu'na, Karacaoğlan'a, Pir Sultan'a ait bir parçada halk şiirinin içerisinde düşünülmelidir. Bu genel çerçeve içerisinde ise, değişik sınıflamalar yapmak kuşkusuz mümkündür, öyle de yapılmaktadır.

SAZ ŞİİRİ 
Saz şairi kavramına gelince, kavramdan da anlaşılacağı üzere, sazla, yani şiiri icra etme de kullanılan aletle birlikte şiiri sıfatlandırma söz konusudur. Başlangıçta kopuz, kullanan halk şairlerinin, kullandıkları bu aletin gider "çöğür'' ve "saz'' adlarıyla anılmasıyla da "saz şairi" deyimi yerleşmeye başlamıştır. Kuşkusuz burada asıl belirleyici olan, şiirin niteliğidir. Birbirine zincirleme bir

Şekilde geçmiş olan halk edebiyatı ürünlerinin genel nitelikler dışında, ince ayrıntılarla ayrılmaları olasılığı güçtür. Bu bakımdandır ki, 'halk şiiri kavramıyla aşık, şiiri kavramını aynı anlamda kullananlar da olmuştur, ayırmaya çalışıp da bunun belirgin niteliklerini vurgulayamayanlar da. Böyle olunca, saz şiiri ile aşık şiirini de birbirinden ayırt etmenin olanağı görülmemektedir.

Pertev Naili Boratav, halk şairlerini değerlendirirken sazın önemini şöyle belirtiyor: "Halk şairleri ekseriyet itibariyle saz çalan ve şiirlerini sazla söyleyen şairlerdir. Bunların eserleri başka birisi tarafından da naklolunurken yine sazın refakatiyle terennüm olunması teamüldendir; her şiirlerini terennüm ettiği gibi diğer geçmiş veya halen yaşayan halk şairlerinin eserlerini de sazıyla okur.

Son devirlerde bazı şairler, saz çalmadıkları halde aşık tarzında şiirler yazıp söylemişlerdir. Fakat bunları, aşık tarzını taklit eden, hece vezniyle manzumeler meydana getiren şairler telekki etmek daha doğru olur. Saz, halk şairlerinin -hangi kategoriden olursa olsun- mümeyyiz vasfıdır."

SAZ ŞİİRİ AŞIK ŞİİRİ 
Genel anlamda olguya eğildiğimizde, halk şiiri içerisinde tanım bulan saz şiiri İle ortaya çıkarmak oldukça güçleşmektedir. Bu güçlük, kimi kere saz bir kümede tutarak aşılmaya çalışılmışsa da sonuçta ''aşık'' ile ''saz şairini" aynı anlamda kullanma biçiminde yaygınlaşmış anlamdaş sözcüklerdir.

Örneğin Köprülü: " Aşık halk arasında umumiyetle saz şairlerin, verilen bir İsimdir. Yine halk arasında dolaşan bir çok menkıbeler maddi ve cismani

Aşk'tan manevi ve ruhani aşk derecesine yükseldiklerini, saz çalıp söylemeyi ve ilahi vasıtalarla -yani ya bir mürşid'in , pir'in yahut Hızır Peygamber'in rüyada, veya hakikatte tecellisi ile- öğrendiklerini anlatır." Yine Köprülü, "Aşık Tarzı Ne Demektir?", sorusuna ''Aşık edebiyatı dediğimiz zaman, sadece XVI.-XX., hatta XVII.-XX. asırlar esnasında, Anadolu'da yetişen ve oldukça mebzul eserleri ve edebi ananeleri zamanımıza kadar devam edip gelen saz şairlerine mahsus şiir tarzını kastetmekteyiz." demektedir.

Pertev Naili Boratav'da aşıkların yetiştikleri ortam ve konumlarını değerlendirirken şöyle vurguluyor: "Bu sanatçılar, yaratmak sanatını yürütmek için en iyi ortamı köylük yerlerde, klasik edebiyatın az etkilediği küçük kentlerde, göçebe ya da yarı göçebe topluluklarda bulmuşlardır. Büyük kültür merkezlerinde, öykünmek istedikleri klasik, edebiyata çokça, ilgi göstermişler, kendi sanatlarının, ıralarını koruyamamışlardır.

Aşıkların doğal ortamlarından biri, asker ocağı olmuştur: İstanbul'da Yeniçeri Ortalarında, sınır garnizonlarında, Cezayir, Tunus, Arabistan, Kırım gibi, Osmanlı egemenliğindeki uzak ülkelerin askeri üslerinde, aşıkların temsil ettiği bir edebiyat yaratılmıştır; bu aşıklar geleneğin temel ıralarını korudukları gibi, içinde yaşadıkları ortamın, tanığı oldukları olayların, özelliklerini yaratılarına katmışlardır."

Kuşkusuz uzun bir tarih dilimine yayılan bu geleneğin, sağlam ve diri bir şekilde bugüne kadar gelmesinde, geleneği sağlayan unsurlar etkilidir. Yüzyıllardan bu yana devam ede gelen geleneksel şiirimizde sürekliliği sağlayan unsurları Prof. Dr. Umay Günay şöyle özetlemekte:

"1-Nazım öğeleri: Hece vezni, nazım birimi olarak dörtlükler. Türk Halk Edebiyatının temel iki nazım şekli olan koşma ve mani dörtlüklerine dayalı çeşitlenen nazım türleri.

2- Müzik eşliğinde nazım: İslamiyet'ten önce ve sonra halk arasında nazım, daima ezgili ve müzik aleti eşliğindedir. Anonim, aşık ve tekke şiiri her zaman ezgiyle okunmuştur. çok kere de müzik aletinin eşliği söz konusudur. Başlangıç ve türevleri şiire eşlik ederken zaman, içinde müzik aletleri bağlama, çöğür, ney, mey, kadum, tambur, kaval, düdük vb, gibi farklılaşmış, fakat şiir hiç bir zaman müzikten ayrılmamıştır.

3- İcrada Diyalog: Nazımda diyalog, konuya açıklık getirmek, imtihan şeklinde soru cevapla bir konuyu öğretmek, belirlenen bir konu ve bir ayakla en güzel deyişi yaratabilmek için anonim, tekke ve aşık tarzı geleneklerinde her zaman yer almıştır. Anonim Halk şiirinde türkülerde, destanlarda, manilerde, düğün adetleri ile ilgili küçük dramatik oyunlarda, aşık tarzı şiir geleneği içinde önemli yer tutan karşılaşmalarda, tekke şiiri geleneği içinde cansızı canlı gibi konuşturma ve soru cevap şeklinde örnekleri çeşitli kaynaklarda görmek mümkündür.

4- Orta Asya Türk Edebiyat geleneğine dayalı üç edebiyat tarzında da başlangıcından bu yana şiir büyük ölçüde doğmaca yaratılmış, hafızalarda muhafaza edilmiş, sözlü nakille yayılmıştır. Bu sebeple varyantlaşma anonim türlerde olduğu kadar şairi belli aşık ve tekke şiir tarzında da meydana gelmiştir. Bu özelliklerinden dolayı geç yazıya geçirilen şiirlerin ilk şekilleri kaybolmuştur. Sözlü gelenekte yaşayan şiirler kolaylıkla bir edebiyat tarzından diğerine aktarılmış, zamana ve zemine uyma esnekliği ile yeni unsurlarla zenginleşmiştir.

5- Tanzimat dönemine kadar Türk mil1etinin tamamına hitap eden anonim, aşık ve tekke şiirlerinde yaratıldıkları ve yaşadıkları devrin ve çevrenin yaygın Türkçesi kullanılmıştır. Aşık şiirinin, divan şiirinin etkisiyle şekillenen bir grup örnekleri ve tekke şiirinin bütünüyle medrese eğitim ve öğrenimi altında teşekkül eden kısmı hariç tutulmak kaydıyla Arapça kelime sayısı ve gramer birlikle bu edebiyatları yaşatan halkın günlük hayatında kullandıkları ile orantılı olmuştur. Ağız özellikleri, arkaik dil kalıntıları her üç edebiyat tarzı örneklerinin dikkat çekici özelliği olmuştur.''

Ozanlıktan, Aşıklığa geçişte, kendisini hissettiren ve Köprülü'nün de vurguladığı gibi belli kaidelere, kalıplara, belli ideolojiye bağlı hususi. oldukça zengin şiir tarzının, Osmanlı ülkesinde şekillenişinin toplumsal düzenle de yakından ilgisi olduğu tartışmasızdır. Çünkü, her sanat kolunu var eden ekonomik ve sosyal koşullar, gelenekle ilintisi apaçık olan saz şiiri-aşık şiiri için de geçerlidir. Bu bakımdan, Köprülü'nün ve ona bağlı olarak birçok araştırmacının da çizdiği tarihsel noktalar içerisinde olgunun oluştuğu ekonomik ve sosyal şartlara eğildiğimizde. Osmanlı ülkesinde ciddi bir buhranın, özellikle de sosyal anlamda yaşandığını görmekteyiz.

"Aşık tarzı ve ona kaynaklık eden tekke edebiyatı Anadolu'nun fikri ve siyasi hayatının tesiri ile propaganda maksadıyla kurutmuştur. Konya Selçukluları ve onlara tabi Anadolu Beylikleri devrinde Horasan'dan ve Türkistan'dan bir çok babalar, dervişler aşıklar Rum diyarına geliyorlardı. Bunlar arasında bir farklı emeller besleyenler vardı.

Şeyhlere saygı duyan ve inanan beyler, tasavvuf erbabına daima tekkeler zaviyeler bina ederek hizmet ederlerdi. Devamlı savaşlardan bıkıp usanmış olan halk ise kendilerine ve dünyada nasip olmayan saadeti hiç olmazsa ahirette temin için onların başına safiyetle birikirdi. Anadolu'nun M.S. 13. asırdaki karışık devresi tekkelerin ve zaviyelerin artması, tekke edebiyatının tekamül etmesi için gerekli şartları hazırlıyordu. Bu sofiyane temayül Osmanlıların istiklalinden sonra da devem; etti.

Anadolu'da Tekke Edebiyatı, Osmanlı padişahlarının ve devlet büyüklerinin himayesi ve maddi desteği yanında halkın yakın sevgisi ve bağlılığı ile kurulmuş ve terakki etmiştir. Orhan ve Osman Bey zamanında Arapça ve Farsça'nın rağbet kazanmasıyla sadelikten uzaklaşıldı. Yıldırım devrinde mezhebi edebiyattan ayrı klasik edebiyat teşekkül etmeğe başlayınca halk arasında da yeni hayat şeklinin tesiri ile eski Tekke Edebiyatından farklı ancak zahiren yine aynı renk ve kisve altında başka bir edebiyat ihtiyacı ile Aşık Edebiyatı doğdu. Bu devirde zafer alaylarında terennüm edilecek cenk destanlarına, bozahane, meyhane alemlerinde terennüm edilecek aşıkane ve rindane şarkılara, mesire alemlerinde okunacak koşmalara, deyişlere, kayabaşlarına ihtiyaç vardı.

XV. asrın ilk yarısından sonra hurifilik, Bektaşi tekkelerine ve oradan yeniçeri ocağına girince yeniçeri ortalarındaki şairler, zahiri bir tasavvuf rengi altında daha serbest tarzda mey ve sevgiliden bahsetmeye başlamışlardır. Bu devirde Bektaşi Edebiyatı, Tekke Edebiyatından ayrılarak bütünüyle müstakil ve hususi bir mahiyet almıştır. Tekke Edebiyatının en dikkate şayan kısmı olan Bektaşi Edebiyatı diğer tarikat edebiyatlarından sonra Aşık edebiyatını vücuda getirmiştir. Bugünkü Aşık Edebiyatında, Bektaşi fikir ve temayülleri ağır ağır basmaktadır. Aşıkların bir kısmı Halveti, Mevlevi, Kadiri olmalarına rağmen, hepsinde Bektaşi ruh ve edası hakimdir. Aşıkların büyük bir kısmının Bektaşi olan yeniçeriler arasında yetişmeleri de bu hususta çok medhaldardır."

Aşıkların, Bektaşi ruh ve edasına sahip olmalarında etkili unsurların başlıcası, Bektaşi felsefesinin dayandığı hoşgörüden kaynaklanmaktadır. Özellikle İslamlıkla birlikte, Türk toplumunda da başlayan güzel sanatları sınırlayan eğilimler, sazı yasaklama, şeytan işi görme Alevi-Bektaşi düşüncesiyle bir çıkış bulmuş ve kendisini burada var etmiştir. Özellikle de XVI. yüzyıldan itibaren Osmanlı merkezi Sünni hükümetinin, Batıni tarikatlara yönelik baskı ve sindirme politikasının bu gelenekte büyük rolü vardır. Ayrıca, Alevi-Bektaşi düşüncesindeki topluluklar, geleneksel Türk kültürünün İslamın yasak ve sınırlamalarına karşın diri tutmaya ve sürdürmeye özellikle uğraşmış topluluklardır. Geleneğin güçlü ozanlarının bu düşünce ortamında yetişmelerinin başlıca kaynağı da budur

 

 

 



anasayfa l notalar l sözler l bağlama l hikayeler l gönül verenler
halk müziği l ozanlar l yazılar l kitaplık l konser-tv l linklerimiz l görüşleriniz

Herhangi bir konuda yazışmak için: turkuler@turkuler.com