ana sayfa
türkü sözleri
türkü notaları
türkü hikayeleri
gönül verenler
bağlama-nota
ozanlarımız
halk müziği
konser-tv
kitaplık
yazılar
sözlük
arşiv
linklerimiz
görüşleriniz
site içinde ara
tavsiye edin
muhabbet

Güncellemelerden haberdar olmak için
e-mail listemize üye olunuz. 

İsim: 
E-mail: 
            
  

TÜRKÜLERİMİZİN ÖZELLİKLERİ VE NEDENLERİ

                                                                                               Nejat Birdoğan

Bilindiği üzere ezgilerimiz ve türkülerimiz yakıldıkları yerin ve ortamın kimi özelliklerini taşırlar. Bu özellikler şu etkilerden doğmuş olabilir:

a- Eğitim ve Ruhsal Etki : Her yöre insanı sözünü aynı açıklıkla veya çekinme duymadan söyleyemez. Örneğin; Doğu Karadeniz'deki.

Boynundaki altının 
Ben verdim parasını...

dizelerinde görülen başa kakmayı Urfa türkülerinde göremeyiz. Gene Karadeniz bölgesinin.

Ha bu köyün içinin 
Acayip bekarı var ..

sözlerini Diyarbakır'da bulamayız. Bağnazlığın az olduğu Doğu Karadeniz halkı sözünü sakınmadan söyler. Bu demek değildir ki öbür bölgelerimizde bağnazlık çoktur. Kesinlikle bu ithama yönelmiyoruz. Buna gerçekler engeldir. Ancak kimi dinsel etkiler, kimi medrese eğitimleri o bölgelerimiz halkının açık açık kimi konuşmalarını sakıncalı saymıştır. Tarihsel gelişim içerisinde o yörelerdeki dinsel olayların çokluğu bunun kanıtıdır.

İşte Doğu Karadeniz'in ikliminden dolayı çok çabuk harekete geçen halkı, bunu öylesine kimliğini sindirmiştir ki aklına geleni hemen, ama hemen sormadan edemez. Bu soruşta bir içtenliğin, bir gerçeği aramanın görüntüsü vardır. Bir kabalığın yerine duru, temiz bir yüreğin soruşu vardır. Yoksa bir sanatçının durup dururken sevdiğine,

Seni bana metettiler, 
Aslı var mıdır?

diye saf saf sormasını hangi incelikle bağdaştırabiliriz? Bu sözler, her yerde aynı uyak, aynı hece ile de söylenmiyor. Karadeniz'de çok görülen yedi, ya da sekiz heceliler ve ''x a x a'' uyaklı dizilişliler öbür bölgelerimizde yok denecek kadar azdır.

b- Ekonomik Etkiler: Yaylaya çıkış havaları çok az örnekler dışında Erzurum'da, Kars'ta yoktur. Kendileri yayladır çünkü. Oralarda yaylaya çıkılmaz. Durum böyle olunca Erzurum 'da gördüğümüz,

Yaz gelende çıkam yayla başma, 
Kurban olam toprağına taşma, 
Zalim felek ağu kattı aşıma,

türküsüne dikkatle yanaşmamız gerekecektir. Adana, Mersin yörelerinde görülen,

Yayla yollarında göç katar katar, 
Eşinden ayrılmış bir palaz öter...

türküsü ile Erzurum'un türküsünü bir terazinin eşit kefelerine koyamıyoruz. Mersin, Adana bölgesinde görülen türkü bir yaşam zorlamasının, bir iklim gereğinin sonucudur. Erzurum'daki ise bir romantik isteğin dile gelmesidir. Bunun gibi Kars yöremizde duyduğumuz,

Suda balık yan gider, 
Açma yaram kan gider.

türküsü ile Kırşehir yöremizde duyduğumuz,

Suda balık oynuyor, 
Kanım sana kaynıyor.

türküsündeki ''balık''ların balıkçılıkla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Sadece ikinci dizelere, yani, ''Açma yaram kan gider'' ve ''Kanım sana kaynıyor'' dizelerine bir uyak anahtarıdır. Oysaki Karadeniz bölgesindeki Rize-Ordu arası balıkçılık türküleri tümü ile bu iş kolunun etkisi ile yaratılmıştır. Düşünmek gerekir ki, Marmara, Ege ve Akdeniz bölgemizde de balıkçılık var. Oralarda niçin balıkçılık türküleri yok? Yanıt kolaydır; Oralarda balıkçılık üçüncü, dördüncü sınıf iş alanlarıdır. Bu nedenle halkın geçimine asıl etki eden iş alanlarının türküleri, balıkçılık türkülerinin doğmasına izin vermez.

Türkülerimizi yapan etmenlerden en etkini kuşkusuz gurbettir. Özellikle Doğu Anadolu halkının geçimini sağlamak için bahar başlarında erkeğini gurbete göndermesi hem gerçektir, hem acıdır. Erkek, bir yaz başlangıcında çıkıp gider. Arkada kalanların yolları, beklemekten ve gözlemekten başka yapacakları yoktur. Bu arkadakiler, analardır, eşlerdir. çocuklardır. Hepsinin umudu ayrı ayrıdır. Mektup beklerler, para beklerler, erkeğin dönmesini beklerler. Mektup gelir ama umulan iyi haberler yoktur.Ya da mektup yerine konu komşunun dedikoduları gelir. Para az gelir. Yıllar geçer erkek dönmez. özetle kötü haberler bu gurbet olayında her zaman iyi haberlerin üstündedir. Ne yapar halkımız. Ananın dilinden, yarin dilinden türkülerini yapar. Eski ezgilerin üzerine yeni dörtlükler koyar ve esen yelle, uçan kuşla gurbete iletir. Şöyle ki,

"Eğin kadın ve erkeğinin başta gurbet olmak üzere türlü nedenlerden duygulanarak söyledikleri uzun hava ezgisine Eğin ağzı denir. Beş ve dört dizeli olan bu kıtaların üçüncü dizelerinin çoğunlukla -Ela gözlerini sevdiğim ağam,- olarak söylenmesindendir ki elagözlü de denilmektedir.''

''Eğin ağzı elagözlü'lere Eğin dışında tek ad verildiği halde merkez kasaba ve köylerinde söyleyişlerindeki ezgi ayrılığı nedeni ile Apcağa ağzı, Sandık ağzı, Tığman ağzı, Venk ağzı diye özel adlar da verilmektedir.''

''Hangi ağızla söylenirse söylensin bu ağızlar geleneksel olarak bu ağızlarda iki elagözlü bir maya usulünden sapmama vardır.''

''Fırat suyunun dünya kurulalı beri Munzur dağlarının binlerce metre yükseklikteki bu yöresini aşındıra aşındıra kale duvarlarına benzeyen Navril boğazı ile Gemirgap taşı boğazlarının kaç milyonlarca sene Fırat suyunun emeği olmasını ninelerimiz Hz. Hızır Aleyhisselam'ın bu boğazları kılıcı ile yararak yaptığı inancında idiler. Ne var ki bu yarma olayı Fırat suyunda bir kin oluşturmuş ve bu nedenle Fırat ka'lubeladan beri Eğine ve çevresine bir damla su bile vermemiştir.''

''Eğinlinin gurbet merkezi İstanbul'dur. İstanbul'un fethi sonunda Sultan Fatih 'in isteği ile İstanbul'u ikinci vatan yapan Eğinliler büyük şehrin gerekli bazı yiyecek maddelerini tekellerine alarak her iki vatanlarında da iyi yaşantıyı sağlamışlardır. Ancak buharlı gemilerin icadından önce İstanbul'a aile getirmek padişahın fermanına bağlı olduğundan Eğin kadınları memleketlerinde kalırlar ancak erkekler İstanbul'da olurlardı. Bu gitmeye pek de gönüllü başlamayan delikanlı eşinden ayrılırken derdini elagözlü ve maya söyleyerek giderirdi,

Gider oldum tedarikim görüldü, 
Gitme diye yar boynuma sarıldı. 
Bilmem neylemiştim hain feleğe, 
Niye beni nazlı yardan ayırdı?

''Yolcular, Eğin'den ayrılırken kurban kesilirdi. Bu adak ilerideki olacak tüm kötülükleri gidermek amacına yönelikti;

Çekin kıratımı nalbant nallasın, 
Kesin kurbanımı kanı damlasın, 
Bir yiğit ki muradını almazsa 
Mendil alsın ölenedek ağlasın...

''İstanbul'a gidilmek için genellikle Fırat üzerindeki köprüden geçilmek zorunluluğu vardır. Ayrılık hayli hazin geçmiştir. Köprüyü geçince uzayan yokuşun ortasında Sultan Çeşmesi vardır. Bu çeşmeye ulaşan gurbetçi dönüp Eğin'e bir daha bakacaktır;

Eğin köprüsünü geçtim o yana, 
Nazlı yarim damdan bakıyor bana. 
Taramış zülfünü dökmüş gerdana, 
Can gerek ki bu sevdaya dayana...

Gelin de elbette giden erinin Sultan Çeşmesinden kendisi için dediklerini duyar gibi olup karşılık verecektir;

Gediğe varmadan Sultan Çeşmesi, 
Nazlı yarmış evimizin neş'esi. 
Ela gözlerini sevdiğim ağam, 
Çok zor oldu senden ayrı düşmesi...

Gelin, bu itirafla kalmayıp eşini götüren katırcıya da onu rahat ettirmesi için yalvaracaktır;

Yine mi gurbete canımın içi, 
Dar mı geldi sana Eğin 'in içi? 
Sana yalvarıram ağa katırcı, 
Hoş götür ağamı, olursun hacı...''

"Aylar geçecektir. Haberler kesiktir. Meraklar çoktur, kuşkular çoktur;

Akşam olur, güneş gider ay gelir, 
Ben ağlarım gözlerimden kan gelir. 
Herkesin ağası evli evinde 
Benim ağam hangi handa yan gelir?''

''Eğin kadınlarına göre ağalarının bu gidişleri nin nedeni hain katırcılardır;

Katırcı katırın kala miriye, 
Götürme ağamı döndür geriye. 
Kalem kaşlarına ela gözüne, 
Vermişim gönlümü almam geriye...''

''Bu kadınlardan birinin Sultan Aziz'e başvuracak kadar acıyı içinde duyduğu da olmuştur;

Bir mektup gönderdim Sultan Aziz'e,
Okuttursun camilerde vaize, 
Ya İstanbul için ferman yollasın, 
Yahut da ağamı göndersin bize ''

Yukarıda çok az bir bölümünü yansıttığımız bu gurbet türküleri salt Eğin'de görülmüyor. Hele hele ekonomik koşulların dağlık araziler nedeni ile çok güç olduğu yerlerde, Doğu Anadolu 'da, Toroslar da, Karadeniz'de bu gurbete gidişin ve geride bırakılan sıkıntıların bütün çıplaklığı türkülerinde belli olmak tadır.

Ekonomik koşullar derken akla yalnız gurbet gelmemelidir. Halkımızın yüzyıllardan .beri belirli bir gelir olan aylık alanları, yöresel çiftçilikle uğraşanlara yeğlemesi de bu tür bir ekonomik zorlamadır;

Ben varmam inekliye, 
Yoğurdu sinekliye. 
Mevlam nasip eylesin 
Omuzu tüfekliye...

c- Tarihsel Etkiler: Bu etkiler, siyasi tarih kadar dinsel tarihle de ilgilidir. Örneğin; Erzincan 'da Alevi kesimin sevilen türkülerine Sünni kesim aynı içtenlikle yanaşmayabilir. Ya da Kars'ta Azeriler arasında var olan Köroğlu havalarına Terekeme'ler sahip çıkmayabilir. Torosların Kozanoğlu'suna Ordu'da, Ordu'nun Hekimoğlu'suna Maraş 'ta, Maraş'ın Karayılan'ına Van'da, Van'ın Ali Paşa'sına Burdur'da, Burdur'un Avşar Beyleri'ne Edirne'de v.b. rastlayamayız. Örnekler çoğaltılabilir. Seferberlik türkülerinin en acıklı örneklerini elbette ki düşmanın aldığı bölgelerimizde veya oğullarını uzak savaşlarda yitirmiş bölgelerimizde bulacağız. Hele hele kırk yıllık Rus boyunduruğu (1877-1918) bu türküleri çoğaltıp duracaktır. Bayburt'un,

Bir yanım Ezirgan vermem Bayburd 'u, 
Yıkılsın düşmanın verane yurdu. 
Sağolası anam beni doğurdu, 
      İşte böyle böyle hal deli gönül,
      İster ağla, ister gül deli gönül...

Bir yaylığım vardı sırmadan telden, 
Bir çift yavrum vardı tomurcuk gülden, 
Nasıl ayrılayım bu tatlı elden? 
      Seneler seneler kötü seneler,
      Gide de gelmeye kötü seneler...

türküsü bu savaş sırasında giden bir babanın yakarışları değil midir? Bu türküyü hiç düşman görmemiş Nevşehir'de bulamayız. Gel gelelim oralarda da bireysel zulümlerin, feodal beylerin baskılarının yansımaları vardır .

Halkımızın çok üzüldüğü günlerin ölümsüzleşmesi için çaba göstermesi sonucunda ortaya ''ağıtlar'' çıkar. Yukarıda andığımız bireysel zulümleri, feodal baskıların, kan davalarının sonucunda bu ağıtlar oluşur. Öyle her yasa kaçağına (kaçak, eşkıya) halkımız hor bakmıyor. Tersine en şiirsel ağıtları onlar için yakıyor; ''Bunlardan birincisi Gizzik Duran adına yakılmıştır. Bu adam, Çukurova'nın Feke ve Kozan bölgelerinde tanınmış bir eşkıya idi. Kurtuluş savaşı başlarında Fransızlara karşı savaşan çetelere katılmıştı. Fransızlar çekilip gittikten sonra, Gizzik Duran yeniden eşkıyalığa döndü. Evlerini basıp yağmaladığı düşmanlarının adamları onu pusuya düşürerek öldürdüler. Gizzik Duran'a yakılan ağıtın bendi karısının ağzındandır:

Al-at nenni, Dor'-at nenni! 
Döşünün arası enni. 
''Bana kurşun geçmez '' derdin. 
Niçin geldin ala kannı?

Bu ağıtlar toplumumuzun halk tarihine ışık tutabilir. Halkımız ilk görünüşte öldürülen herkesin yanındadır. Kim olursa olsun ''iyi oldu ki öldürüldü.'' diye düşünemiyor. Sultan Aziz öldürülmüşse halk ilk anda onun yanındadır. Mithat Paşa'nın kendisine özgürlük verilmesi için çırpınmasının farkında bile değildir,

Kılıcımı vurdum taşa, 
Taş yarıldı baştan başa 
Vezir olmuş Mithat Paşa, 
      Uyan Sultan Aziz uyan, 
      Gör ne hal olmuştur cihan 

Kapılarda siyah perde, 
Sen uğrattın beni derde. 
Ciğer parem nerelerde? 
      Uyan Sultan Aziz uyan, 
      Gör ne hal olmuşlar cihan.

Ama aynı halk daha sonra belki de Taif'te boğdurulan özgürlük yiğiti Mithat Paşa'ya da ağıt yakacaktır. Yerel halk tarihleri, yörelerdeki kahramanların genel (efe, dadaş, uşak, ağa v.b.) ve özel adlarıyla bu türkülerden saptanabilir. Türkülerin göç yolları bu taşıyıcı meçhul sanatçının yoluna göre değişiyor. Bir bakıyoruz ki Bolu Mudurnu'da görülen bir bezek,

Şu askerlik şimdi de büktü belimi, 

biçiminde karşımıza çıkıyor. Aynı bezek Azerbaycan'da, 

Bu gurbettik indi gırdı belimi. 

oluyor. Diyarbakır' da, 

Vay bu Fırat şimdi kırdı belimi.

diye boy gösteriyor. Bu bezeklerin sayısı örneklerimizin çok çok üstünde. Kesin olarak da ''bezeği bir meçhul sanatçı taşımıştır.'' demiyoruz. Halkımızın kalıplaşmış deyimleri (bel bükmek gibi) benzer olaylar karşısında ortaya çıkarmasından da doğmuş olabiliyorlar. Bu kalıplaşmış deyimler kimi zaman bir türkünün bir dizesini çeşitli yörelerde oluşturuyor, söz gelimi, Aşık Ali İzzet 'ten derlenen,

Yürü bre Çiçek Dağı,

türküsündeki bu dizeyi Avşarlarda,

Yürü bre sarı çiçek,

Pir Sultan Abdal'da,

Yürü bre Hızır Paşa, v.b.

biçimlerine girmiş olarak görüyoruz. Kimi zaman bu dizeler artacak, belki dörtlükler biçimine bile girecektir. Halk tarihine ışık tutması kesin olacak olan bu türkülerin süresi geçmeden ele alınması ve araştırılması gerekmektedir. Belki bir kısım yöresel önderleri biliyoruz ama bilemediklerimizi ne yapacağız. Bir örnek vermek gerekirse,

Ilgıt ılgıt esen seher yelleri, 
Yazıcı'ya bildir halimiz durna. 
Biz de yer eyledik çamlı belleri, 
Daim dörtbudaktır dalımız durnu.

samah türküsündeki Yazıcı kimdir. Halkın turnalarla kendisine selam göndermesinden belli ki olumlu bir kişi. İşte örnekleri sayısız olan bu kişilerin araştırılıp halk tarihinde yerlerine oturtulması kuşku yok ki doğru bir davranış olacaktır.

d- Uslu Yöre Sanatçılarının Etkisi: Kimi bölgelerimizde yetişen bir kısmı bilinen, bir kısmı yitip gitmiş sanatçılar vardır. Bunlar, yeteneklerinin, zekalarının ve ustalıklarının sonucu o yöre insanının güzel sanat önderi olurlar. Türk halkını tümünün (hangi inançtan olursa olsun) gerçek sanatçıya verdiği önem, gösterdiği saygı bu anda hemen ortaya çıkar. O, usta sanatçıların etkisine girer. Diyelim ki Yozgat-Akdağmadeni yöresinde filizlenmiş bir sanatçı ''Sürmelim'' türküsünü yapmıştır. Çok üstün bir sunuşla da o yörede türküsünü sevdirmiştir. İkinci bir ''Sürmelim'' türküsünün ortaya çıkması pek uzun sürmez. Bir başka sanatçı da o ustanın izinden gidecek ''Sürmeli''ler çoğalacaktır. Bursu Güvendeler'i, Cezayir'leri, Afyon Ümmü'leri, Batı Torosların Avşar Beyler'i. Zotlatmalar'ı hep böyle doğacaktır. 

Bir zamanlar, Cumhuriyetten önce yörelerdeki beyler yanlarında bu sanatçıları barındırırlardı. Eski Türk geleneklerinin etkisi ile bu beylere Alişan Bey denirdi. Bu beyler nereye gitseler o sanatçıları da yanlarında gezdirirlerdi. Bey konaklarının şiirimize ve müziğimize yaptığı katkılar kesinlikle yadsınamaz. Bunlar doğaldır ki olumlu ve olumsuz diye sınıflanabilir. Bu sonuçta beyin müzik ve şiir anlayışının rolü büyüktür. Bey şiire ve müziğe ilgi duyuyorsa başka yerlerde de söylediğimiz gibi konağı uzun kış gecelerinde, Ramazan gecelerinde bu tür şölenlerle bezeniyor. Acaba Bolulu Dertli'nin (M. 1772-1845) üzerinde koruyucusu Alişan Bey'in hiç mi etkinliği olmadı. Karslı Tüccari (ölm. M. 1830 ? ) ağası Abo Ağa olmasaydı Eşref Bey destanını yazabilir miydi? Çukurova beylerinin, Murat kıyısı beylerinin bu din kaygısından uzak şiir ve müzik üzerindeki olumlu çabalarını nasıl görmezlikten geliriz? 

Bu savlarımızın tersi de var. Diyelim ki Nakşibendi tarikatına girmiş bir beyin konağında saza ve raksa olanak tanınamaz. Çünkü bu tarikatın kimi yerlerdeki uygulanmasında saz ve şiir yasaktır . 

Türküler bu biçimde kullanıldıkları ve yakıldıkları ortama göre de nitelik kazanıyorlar. Ebetteki ağa konağında sergilemek için türküsünü yapan sanatçı konusunu çobanlardan seçmeyecektir. Belki gülden veya bülbülden seçecektir. Bu bülbül bir kıyaslamaya araç olsun diye de seçilebilir ,

Ne çemen, ne saye-i gül, 
Ne buhur, ne buy-i sümbül. 
Bunu vasfın etme bülbül, 
      Ben esir kakül-i yare, 
      Can kurban o şivekare...

Bu türküde görüldüğü gibi halk dilinden olmayan saye, buy, şivekar gibi yabancı sözcükler ve tamlamalar var. Ezgi ise on ses aralığı ile yapılmış. Bu türkü incelemeye alınırsa şu sonuçları bulabiliriz;

1- Türkünün sözleri öğrenimli birisinden çıkmış. Bu kişi, gül ve bülbül motifini bilen, Arap ve Fars dillerine yakın birisidir.

2- Yapımcı Türk sanat müziğini bilmektedir. Halk müziğine bu etki ile yaklaşmıştır.

Bunun gibi sayısız örnekler verebiliriz. Şimdi gül bülbül var diye bu türküyü doğa türküsü sayabilir miyiz? Bunun gibi ''Koyun gelir yata yata'' türküsünü de ağa konağı türküsü sayamayız. Bildiğimiz gibi halk şiirimizde medrese ve tekke etkisinde kalaı1 ufak çapta şiirler de görülmektedir. Buna benzer durum halk müziğimizde de vardır. Bugün adını saygı ile andığımız Dertli'nin,

Ok gibi hüblar beni yaydan yabana attılar, 
Bilmediler kadrimi ehven bahaya sattılar.

dizeleriyle başlayan Muhayyer divanının hem şarkı hem türkü olarak okunmasının nedeni de her iki müziğin ve deyişin özelliklerini taşımasıdır. Eğer bir sanat ürünü oluştuğu ortamın kişiliğini taşıyorsa bu başarıdır ürün, o ortamın aynasıdır. Düşük sanat. ürününü arayışı kıt toplumlar çıkarır.

Bir sanatçı yetiştiği ortamın kültürünü yansıtır. Bizim tekke kültürümüz bir bakıma yarı kent, yarı kırsal kesim kültürüdür. Bu tür yerlerin sanatçıları bu nedenlerle iki kesimin ortasında ürünler verirler. Söz gelimi; çok güzel bağlama çalan Dertli, bu saz eşliğinde yabancı sözcük ve tamlamalarla, kimi zaman şarkı gidişiyle, kimi zaman türkü gidişiyle yapıtlar verir. Yukarıdaki örnek bu tür ürünlerindendir. Bir başka anlatımla tekkelerde yetişip de Kızılbaş o!an Dertli ile köylerde anasından doğduğunda Kızılbaş olan Pir Sultan Abdal, Kerbela olayına eş duygularla yaklaşırlar ama biri,

Kendimi Hüseyn yolundu şöyle kurban eyledim, 
Gerden-i mecruhumu kestim kızıl kan eyledim.

gibi ağdalı sözlerle acısını anlatırken (Dertli), öbürü konuya daha açık ve yalın yanaşacaktır.

Pir Sultan Abdal'ım kollarım bağlı, Yezid'in elinden ciğerim dağlı. Muhammed torunu, Ali'nin oğlu, Dedesinden imdat uman Hüseyin...

Her ikisinin de Hüseyin'e karşı sevgileri aynıdır. Ancak onu dile getirmeleri ayrıdır. Bu anlatım, müzikte de böyle olacaktır. Birisi salt türkü olup halk ezgisi ile söylenecektir. öbüründe ise tekkelerin sanat. müziği ağırlığını göreceğiz.

İşte sanatçı ile onu yetiştiren ortam arasındaki bu karşılıklı etkileşim en çok bizim alanımızda görülmektedir. Toplumun içinde bulunduğu koşullar söylene söylene, yorumlana yorumlana günün birinde en belirgin sözlerle bir anlatıma ulaşıyor. Bu sözlerin altında sanatçının imzası vardır. Sonradan toplum sahip çıktığı bu deyişlere eklemeler yapıyor, övüyor, yeriyor, alkışlıyor veya eleştiriyor. Yerdiklerine yeni yollar gösteriyor. Doğruya yöneltiyor. Sanatçı ise toplumun duygusunu özetle anlatıyor. Öyküler, olaylar yollara düşüp yeni iklimlere ulaşıyor. Her gittiği yerde yeni özelliklere kavuşuyor. Bir türkü gittiği yer sayısınca dal (varyant, başkantı, solak, çeşitleme) kazanıyor. Kimi zamanda o türkü koşutunda yeni türküler oluyor. Bir örnek verelim;

Kars Terekemelerinden olup Ruslarla yapılan 93 (1877) savaşına katılan bir Mehrali (Mühür Ali) Beğ var. Gönüllüler alayı komut.anı olup binbaşı rütbesinde bulunan bu Mehrali Beğ, tam bir yurtsever. Neredeyse Köroğlu ile bir tutulan, veya ikinci Köroğlu sayılan bu yiğit, sonradan Sivas' çekilip 40. Hamidiye Süvari Alayını kuruyor. Daha sonra da Yemen'e gönderilen bu Mehrali Beğ. Arap isyanını bastırırken ölüyor. Şimdi Kars halkının yaptığına bakalım. Hemen sanatçısı Sadık ortaya çıkıyor. Bütün Terekemelerin ortak duygusu olarak Mehrali Beğ ağıtını yakıyor,

Sadık'ın feleğe meydanı kaldı, 
Vatanında O'nun hicranı kaldı,

İkinci Köroğlu destanı kaldı, 
Söylenir dillerde Merdi Mehrali...

Belli ki bu türkü Kars'ta sıkışıp kalmıyor. Çok zaman geçmeden Hınıs'ta bir Mehrali Beğ ağıtı duyuluyor , 

Yiğit gitti yeri kaldı, 
Kıratın eğeri kaldı, 
Sona Hanım geri kaldı. 
      Havar le le Mehrali Beğ, 
      Yiğit olan böyle olur, 
      Rahmet ola Mehrali Beğ...

Sivas'ta kendisini tanıyanlar da boş durmuyorlar. Bir ağıt da oradan duyuluyor,

Yemene de Mehrali Beğ Yemene, 
Çadırları kurdu m'ola çimene?

Bir ara da bu döner ayaklan ayrı bir ezgi ile ayrı ana bentlerle Kırşehir' de göreceğiz. Şimdi; bu Mehrali Beğ, bir din ulusu değildir ki müritlerinin sözleri ile ilden ile yayılsın. Bir Karacaoğlan değildir ki deyişlerinin sırtında dolaşıp dursun. O, bir aşiretin beğidir, bir ulusun kahramanıdır. Küçük çapta bir Köroğlu destanı ile karşı karşıyayız. Belki de yanında taşıdığı meçhul sanatçılar onun öykülerini ölümsüzleştirmişlerdir. Mehrali Beğ öyküsüne ilişkin bütün örnekler kendi yörelerinin ezgi ve tavır özelliklerini taşımaktadırlar. Kars'ta aşık tavrı ile ''Derbeder'' adıyla, Hınıs'ta 6/8'lik bir ölçü ile ve Hüseyni dizisi ile, Sivas'ta gene Hüseyni ile uzun hava olarak, Orta Anadolu' da ise 4/4'lük ağır bir ölçü ile okunmaktadır.

 

 

 



anasayfa l notalar l sözler l bağlama l hikayeler l gönül verenler
halk müziği l ozanlar l yazılar l kitaplık l konser-tv l linklerimiz l görüşleriniz

Herhangi bir konuda yazışmak için: turkuler@turkuler.com