Arif Sağ “Üstad”, Anadolu bağlama icrası
geleneğinin önde gelen temsilcilerinden biri olarak, kuşkusuz ki
Türkiye’de halk müziğine ilgi duyan pek çok kimse için son derece
önemli bir isim. Onun halk müziği ve bağlama icracılığı adına en
önemli katkısının, 1982’de İstanbul Şan Tiyatrosu’nda verdiği
“İşte Bağlama, İşte Arif Sağ” konseri olduğunu düşünürüm, hep.
Çünkü bu konser, birçok bakımdan Türkiye’de bir “ilk olma”
niteliği taşır. Bağlamanın bir “solist enstrüman” olarak
kullanılması, teknik anlamda dikkat çekici bir repertuara sahip
olması gibi nitelikleri, Üstad’ın o dönemlerden başlayarak,
Türkiye’deki pek çok bağlama ve halk müziği severin, saygı, sevgi
ve hayranlığını kazanmasını sağlamıştır.
Geçtiğimiz günlerde Arif Sağ, yeni ve ilginç bir çalışma
yayımladı. Anadolu ritimleri üzerine kurgulanmış olan bu çalışma,
“Davullar çalınırken” adını taşıyor. Albümün en dikkat çeken yanı,
kayıtlarda kullanılmış olan vurmalı çalgıların tamamının Arif Sağ
tarafından çalınmış olması. Bu yönüyle albüm, Arif Sağ’ın çok iyi
bildiğimiz bağlama üstadlığının yanı sıra, önemli bir Anadolu
vurmalı çalgılar üstadı olduğunun da bir belgesi, aynı zamanda.
Albümün kitapçık kısmında Arif Sağ, neden Anadolu ritimleri
üzerine yoğunlaşan bir çalışma hazırladığının gerekçelerini
sunuyor. Anadolu ritimlerinin, özellikle son yıllarda gelişme
gösteren ve daha çok Latin, Arap ve Balkan kökenli ritim
yapılarının Anadolu müziğine uyarlama yoluyla egemen olduğu
hususuna işaretle, Anadolu ritimleri konusuna dikkat çekmek adına
böylesi bir çalışmaya yöneldiğini açıklaması, her bakımdan dikkat
çekici bir yaklaşım sergilemektedir.
Bu bağlamda, hem üstadın yeni çalışması ve işaret ettiği hususlar
bakımından ve hem de “Anadolu usulleri” konusunda yapılmasını
dilediğim tartışmalara bir katkı sağlayabilmek ümidiyle, Anadolu
müziğinde “zaman organizasyonu” sağlayan temel bir kavram olan
“usul” konusuna ilişkin bilgi ve gözlemlerimi sizlerle paylaşmak
istedim. Amacım bu alanda oluşmasını ve gelişmesini benim de can-ı
gönülden arzu ettiğim tartışma ortamına, bir nebze de olsa katkı
sağlayabilmektir.
ANADOLU ve MÜZİĞİ
Günümüz Türkiye’sinin hemen her alanda tarihsel birikimini
oluşturan Anadolu kültürü, müzik alanında da, bu kültürel alan
içinde şekillenmiş çok sayıda yerel müzik geleneklerinden
oluşmaktadır. Ancak Anadolu’da gelişme göstermiş olan yerel müzik
geleneklerinin adlandırılması konusunda önemli bir problem
bulunmaktadır. Resmi ideolojinin bir tercihi olan ve milliyetçi
bir söylemle kullanılıp, yaygınlaştırılan “Türk Halk Müziği”
adlandırması, Anadolu’daki bu yerel zenginlik ve çeşitliliklerin
“üstünü örten” ve “homojenleştirici” bir etkiye sahip. Bu nedenle,
bu “resmi” tercih yerine ben, en azından kendi çalışmalarımda,
genel bir tür olarak “Anadolu Müziği” adlandırmasını tercih
etmekteyim. Bu adlandırmanın her bakımdan daha bilimsel, daha
tutarlı ve daha kapsayıcı niteliklere sahip olduğunu düşünüyorum.
Üstelik Anadolu kültürü denildiğinde, tarihsel, kültürel, doğal ve
siyasi olarak bu kavramın, “çevre kültürler”le de organik bağları
olduğunu unutmamak gerek. Dolayısıyla, binlerce yıllık geçmiş
içinde ve çok sayıda değişkene bağlı olarak geliştiğini düşündüğüm
Anadolu yerel müzik kültürlerinin, cumhuriyetin
“millileştirici-dönüştürücü” yaklaşımlarıyla, sağlıklı biçimde ele
alınmasının mümkün olmadığına inanıyorum.
Anadolu yerel müzik kültürlerinde, geleneksel olarak müzik, iki
temel yapısal kavram içinde
gelişme göstermektedir. Bunlardan birincisi, “zaman organizasyonu”
sağlayıcı “usul” kavramı; diğeri ise “ses organizasyonu” sağlayan
“makam” kavramıdır. Bu yazı, temel olarak “usul” kavramı üzerinde
durmayı amaçlamaktadır.
KAVRAMSAL ve İŞLEVSEL AÇIDAN “USUL”
“Usul”, en geniş anlamıyla Anadolu ve çevre kültürleri bakımından,
müzikte “zaman organizasyonu” sağlayan temel ve genel bir
kavramdır. Pratik düzeyde usul, müziğin zaman boyutunu düzenleyen
dört temel kavramı içermekte ve işlevsel olarak bunları bünyesinde
taşımaktadır. Bunlar:
1. Ritm Kalıbı,
2. Tempo (hız)
3. Ölçü
4. Form.
Bu denli çok işlevli bir kavram, kuşkusuz ki yukarıdan beri
tanımlanmaya çalışılan müzik türleri için temel durumdadır. Yaygın
kabulün aksine usul, yalnızca ezgilerin şekillenmesini sağlayan
bir kavram değildir. Bir benzetmeyle açıklamak gerekirse,
elektronik bir sistemde, tıpkı bir elektrik akımı gibi çalışır.
Nasıl akım olmadan elektronik bir sistem işleyemezse, usulün
belirlediği “kesintisizlik” ve “döngüsellik” olmadan da, ezgiler
gelişme gösteremeyecek, müzik “hayat” bulamayacaktır. Bu özellik,
“usulsüz” diye nitelendirilen “uzun hava” türündeki ezgiler için
bile geçerlidir. Henüz detaylı şekilde araştırılmış bir konu
olmamakla birlikte, uzun havaların da belirli bir ritim ve form
dengesine sahip olmaları, farklı türden bir usul sahibi
olduklarına işaret etmektedir. Yada usullü örneklerle, serbest
veya değişken ritmik özellikler sergileyen örnekler arasındaki “geçişkenlik”,
bu yönüyle usul konusunu yeniden düşünmek, incelemek ve
değerlendirmek gerektiğini ortaya çıkarmaktadır.
Bu denli çok fonksiyonlu ve temel nitelikteki usul konusunun, ne
Anadolu yerel müzik kültürleri içindeki işlevlerinin, ne de
Osmanlı musiki kültürü içindeki uygulama ve esaslarının, yeterince
önem verilerek ele alınmış bir konu olduğunu söylemekten hala
oldukça uzağız. Türkiye’de geleneksel müziklerin, başından beri
“iki kamplı” hale getirilmiş olması, bu türlerin temsilcilerinin
de oldum olası birbirlerine sırt çevirip, dışlamalarına yol
açmıştır. Dolayısıyla halk müziği icracılarıyla, “sanat” müziği
icracıları arasında, bilgi, uygulama, repertuar ve teknik
bakımlardan, adeta “farklı gezegenlerden gelmişçesine” bir
yabancılaşma ve kopma ortaya çıkmıştır. Bu durum, kimi istisnai
çalışmalar dışında günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Bu
“ayrılma”nın en önemli zararı ise, geleneksel müzik kültürümüzün
temel taşları durumunda olan “usul”, “makam” gibi kavramların
yozlaşmasına yol açması; içerik ve kapsamlarının “Batılı”
benzerleriyle izah edilme çabaları yüzünden sığlaştırılması ve
işlevsizleştirilmesi olmuştur. Doğal olarak bu uygulamalar,
geleneğin kendini üretememesine, kendi mekanizmaları ve
teknolojisi içinde kendini geliştirememesi ve yenileyememesine yol
açmış; sonuçta “binilen dalın kesilmesi” bir yana, “kaş yapayım
derken, göz çıkarma” durumu hasıl olmuştur. Özellikle “radyo”
merkezli olarak gelişen bu uygulamalar, geleneksel müzikler
arasında doğal olarak var olan ilişkilerin yozlaşarak birbirinden
kopmasına yol açtığı gibi, geleneğe rağmen “yeni gelenek icadı”na
da sebep olmuştur. Dolayısıyla günümüzde, büyük çapta yozlaşmış,
içerik ve işlevini yitirmenin eşiğine gelmiş bir geleneksel müzik
kültürüyle yüz yüze gelmiş durumdayız. Bugün geleneksel türlerin
repertuar ve teknik özelliklerini çok iyi düzeyde bilen müzisyen
veya teoriysen neredeyse yok denecek kadar azalmıştır. Dolayısıyla
uzun bir “binilen dalın kesilmesi” hikayesidir aslında bu ve bana
hep biraz “trajik” gelmektedir…
USUL KONUSUNA “BATILI” YAKLAŞIMLAR
Batılı araştırmacılar, “usul” kavramına bağlı olarak müzik yapma
alışkanlığına sahip olan kültürlere ilişkin incelemelerinde,
“usul” kavramını açıklamak için sık sık “isorhythmic” (eş-ritimli,
aynı ritimden oluşan) ve “isometric” (eş-ölçülü, aynı ölçü
sayısına sahip) nitelemelerini kullanmaktadır. “Rhytmic mode” (ritm
kalıbı) kavramı da, yine usul için kullanılan bir diğer terim
olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu terimlerle yaklaştığımızda, usul
kavramını ritmik ve metrik bakımdan tanımlayan en önemli
kriterlerin, öncelikle belirgin bir “kalıp” (mode, pattern)
oluşturması ve yine bu kalıbın, “düzenli” bir tekrarlanma ve
dağılım sergilemesi olduklarını görüyoruz.
Gerçekten de en azından “adlandırılmış” usuller bakımından
incelendiğinde, bir usulü diğerinden ayırmak için başvurulan en
önemli kriterlerin bunlar olduğu görülmektedir. Yani bir usul,
öncelikle belirli bir “ritim kalıbı” demektir ve bu kalıp,
“elektrik akımı” gibi kesintiye uğramaksızın, belirli bir
“döngüsellikle” müzik boyunca “tekrar” edilmektedir. Kimi
ezgilerde birden çok sayıda usul kullanıldığı da olmaktadır.
Böylesi örnekleri, yine Batılı değerlendirmeyle “heterorhythmic”
(farklı-ritimlerden kurulmuş) ve “heterometric” (farklı-ölçülerden
oluşan) olarak nitelendirmek mümkündür. Dolayısıyla, bir müziğin
heteroritmik yada heterometrik olması durumu, usul bakımından
birden çok elemanın bir arada bulunmasını ifade etmektedir.
Usul, bir kalıp ritimdir ancak icrası daima değişim, dönüşüm ve
yaratıcılığa açık bir yan da sunmaktadır. Usulde esas kalıbın
dışına çıkılmasını sağlayan ve daha süslemeli bir şekilde
gerçekleştirilen her tip icra, “velvele” olarak
adlandırılmaktadır. Velvele, icracının kapasitesi ve yeteneği
doğrultusunda usulün “varyasyon”larının oluşturulması
mekanizmasıdır. Bu anlamda velvele, usulün hem daha küçük ritmik
vuruşlarla icra edilmesini sağlar, hem de özellikle vurmalı çalgı
icracıları için bir “yaratıcılık” ve “yetkinlik” (virtuosity)
göstergesidir. Başka bir ifadeyle “velvele”, usulün
varyasyonlarının elde edildiği, “kişisel yaratıcılık” ve
“yenilik”lere açık olan kısmıdır. Bu anlamda sözgelimi bir usul,
belirli bir “kalıp” gösteriyorsa, bu usulün icrası sırasında
yapılacak her tür yeni varyasyon, hem usulün “tekdüze”leşmesini
engelleyecek, hem de icracının teknik kapasite ve yaratıcılığının
da bir göstergesi olacaktır.
BİR “UYDURMA” GELENEK: “SARISÖZEN ÖLÇÜLERİ”
Bu bakış açısından yola çıkıldığında usulün hiçbir zaman, Batılı
anlamda “ölçü” kavramıyla karşılanamayacağı, onunla
özdeşleştirilemeyeceği gayet açıktır. Ölçü, tek başına
kullanıldığında, usulü ifade etmekten uzak ve üstelik de son
derece yetersiz bir kavramdır. Doğası gereği ölçü, “seçilmiş” bir
birim notadan, belirli bir adedinin bir toplam değer verecek
şekilde bir araya getirilmesini ifade eder ve bu, “ölçü sayısı”
denilen iki rakamla gösterilir. Örneğin 4:4 rakamlarında ikinci
rakam seçilmiş olan nota birimi olarak “dörtlük nota”yı, birinci
rakam ise bu dörtlük notadan dört adedinin toplam ölçü değerini
oluşturduğunu simgelemektedir. Bu niteliği gereği ölçü,
“sayılabilen” bir unsurdur. Oysa Anadolu müzik kültürlerinde
hiçbir zaman bu tip bir anlayışla müzik yapılmamaktadır. Bu
topraklarda gelişme göstermiş olan müzik kültüründe müzisyenler,
ister yerel müzik icracısı, isterse uzmanlaşmış bir eğitimden
geçerek, seçkinlere özgü müzik yapan icracılar olsunlar, daima
“usul” bilinci ile müzik yapmaktadırlar. Usul, yapısı gereği,
belirli bir ritim kalıbına sahip olduğundan, geleneksel müzik
icrasında daima öncelikli ve esas niteliktedir. Dolayısıyla usul,
“sayılan” değil, “vurulan” bir kavramdır. Bu iki kavram ise,
işlevsel olarak birbirinden tamamen farklıdır.
Bu bakış açısından hareket ederek denilebilir ki salt bir ölçü
göstergesi, aslında hiçbir zaman bir usulü ifade edemez. Örneğin
4:4 veya 8:8 şeklindeki bir “ölçü” göstergesi ile geleneksel
anlamda “sofyan” mı yoksa “düyek” mi vurulacağını “belirtmek”
mümkün değildir. Ancak ritim kalıbını belirtmek suretiyle usul
anlaşılabilir. Eski üstadlar, gelenek içinde her bir usul için
ayrı bir isim vermek yoluyla bu farklılığı ayırt etmiş ve
uygulamışlardır. Bir örnek vermek gerekirse, geleneksel
müzisyenler “aksak usulü” vurulacak denildiğinde bunun ritmik
kalıbının ne olduğunu gayet iyi bilirler. Oysa aynı usul için “9:8
ölçü” ile sayılacak denildiğinde, bu ölçünün yalnızca üçerli
birimlerden mi oluştuğu (?), ikişerli ve üçerli birimlerin
karmalanmasından oluşuyor ise, üçerli birimin ölçü içinde hangi
kesitte yer aldığı (?) gibi “belirsizlikler” müziğe başlamadan
önce epey kafa yorulması gereken bir durum arz etmektedir.
Düşünülmelidir ki Türkiye’de geleneksel müzik icra eden neredeyse
tüm “profesyonel” icracılar, yıllardır bu “ikinci şıkka göre”
geleneksel müzik icra etmeye çalışıyorlar! Hani sürekli
“yozlaşma”dan söz ediliyor ya! Yozlaşmanın nedenlerini ve sorunun
asıl kaynağını tespit etmeden, bu tartışmanın sağlıklı biçimde
yapılabileceğine ve tartışanları doğru bir sonuca
ulaştırabileceğine kesinlikle inanmıyorum. Geleneksel müzisyenler
olarak bizler, yıllardır “sol kulağımızı, sağ elimizi kafamızın
üzerinden aşırarak tutma”ya çalışıyoruz!
Geleneksel usuller, hiçbir surette Batılı ölçüler ile ifade
edilemeyeceğine göre, özellikle halk müziği alanında bunca yıldır
sürdürülmekte olan “ölçü tespiti” uygulamaları, tamamen zeminini
yitirmiş olmaktadır. Muzaffer Sarısözen’den bu yana yürütülmekte
olan ve usulü ölçüyle özdeşleştiren yaklaşımın, bu anlamda ne
kadar tutarsız, uydurma ve geçersiz olduğu sanırım ve umarım (!)
ki ortaya çıkmıştır. Sarısözen, derleme sürecinde aktif şekilde
yer almış bir isim olarak, topladığı materyali kendince bir
değerlendirmeye tabi tutmuş idi. Bu değerlendirmenin sonunda da
“Türk Halk Musıkisi Usulleri” (1962) başlıklı kitabını
yayımlamıştı. Bu kitap yazıldığı dönemden başlayarak, Sarısözen’in
öğrencileri veya “mesai arkadaşları”nca, adeta bir “kutsal kitap”
(!) gibi kullanılmış ve kabul edilmiştir (halen edilmektedir de).
Bu kitaba dönük yegane eleştiri, Sarısözen’le birlikte tüm derleme
sürecinde aktif biçimde yer almış ve yayımladığı kitap ve
makalelerle halk müziği konusuna ışık tutmaya çalışmış olan Prag
Konservatuarı mezunu Halil B. Yönetken tarafından yapılmış, bu da
yayımlanmış olduğu Türk Folklor Araştırmaları dergisinin sayfaları
arasında, unutulmaya terk edilmiştir. Oysa en az Sarısözen kadar
halk ezgilerinin incelenmesine dönük çalışmalarıyla tanınan
Yönetken, Sarısözen’in “ölçü tespitindeki” pek çok
değerlendirmesini doğru bulmadığını yazarak, aslında çok önemli
bir noktaya, daha o zamanlarda işaret etmiştir.
RADİKAL ÖNERİLER
Sarısözen’in belirtilen kitabı şöyle bir incelendiğinde, kitabın
başlığına rağmen aslında “usul” kavramıyla hiçbir ilgisi olmadığı,
tamamen “ölçü”lerle ilişkili olduğu, üstelik usul kavramının yazar
tarafından bilinmemesi ve doğru olarak anlaşılmamış olması
nedenleriyle, pek çok yanlış ölçü “icat”ına yol açtığı da
görülmektedir. Dolayısıyla ilk olarak yapılması gerekenin, Anadolu
müziği adına çok önemli bir yanlıştan kurtulmak adına “Anadolu
Müziği Usulleri” konusunda hiçbir bilgi vermeyen, Sarısözen’in pek
çok yanlış anlama ve değerlendirmelerinin sonucu hatalı ölçüler
içeren ve üstelik de bu “acaip” ölçüleri “sınıflandıran” bu
kitabın, eğitim ve uygulama alanından mutlaka ve en kısa zaman
içinde kaldırılması gerektiğini ısrarla ileri sürüyorum. Bu kitap,
Sarısözen’in kişisel yaklaşımını yansıtmak dışında, Anadolu
müziğinin usul alt yapısını anlatmaktan tamamen uzaktır ve pek çok
yanlış, yetersiz ve uydurma ölçüler içermektedir.
İkinci olarak, bu uydurma “Sarısözen ölçüleri” geleneğine sıkı
sıkıya bağlı kadroların “sığınağı” olan TRT tarafından sürdürülen
“nota yayıncılığı”na da, bu anlamda bir an önce son vermek
gerekmektedir. Geleneksel müzikler adına bu önemli “kurumlaşma”
yanlışından da bir an önce kurtulmak, geleneksel müziklerin
doğalarına uyan yeni kurumlaşma modelleri üzerinde kafa yormak ve
çözüm üretmek gerekiyor. Bu nedenle, geleneksel repertuarın
tespiti anlamında illa ki nota yayımı yapılması hedefleniyorsa,
bunu mutlaka bu alanda uzmanlaşmış, bilimsel nitelikte bilgi,
donanım ve tecrübe sahibi araştırmacıların üstlenmesi
gerekliliğini burada bir kez daha vurgulamak isterim.
Hangi mantık ve ilke doğrultusunda yapıldığı anlaşılamayan ve güya
“söze göre”, “parmak hesabı”(!) yapılarak “icat edilmiş” (belki
“uydurulmuş” demek daha doğru olacaktır) 6:4, 17:8, 18:8, 19:8,
20:8, 24:8, 30:8 vb. ölçülerle yapılan bu nota yayıncılığında
artık daha fazla ısrar etmemek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü
neredeyse yazılan her yeni nota, bu notaları yazan kişilerin
“bilgisizlik”, “yetersizlik” ve “vurdum duymazlık”larının birer
belgesi olmaktan öte bir anlam taşımamaktadır! İnsanın söylemeye
ve yazmaya dili varmıyor ama, halk müziği alanında “hoca” olarak
nitelendirilen ve gerçekten yıl hesabına vurulduğunda ciddi bir
geçmişe (birikim demeye dilim varmıyor!) sahip olan kişilerin,
akademik anlamda büyük yetersizlikler taşıdıkları, buna rağmen bu
alandaki boşluğu ısrar ve inatla yine kendilerinin doldurmaya
çalıştıkları, “her şey olma” konusunda inanılmaz bir azim ve hırsa
sahip oldukları üzülerek görülmektedir. İnsanın aklına, Nasreddin
Hoca’nın “kedi-ciğer” hikayesi geliyor, ister istemez… Özellikle
konunun araştırmacılığına veya eğitimine soyunmuş olan kurumların,
gerekiyorsa bu konuda ulusal veya uluslararası nitelikte
sempozyumlar düzenleyerek, sorunu, bir an önce bilimsel bir çözüme
kavuşturmaları, en büyük dilek ve önerimdir.
ANADOLU USULLERİ
Anadolu yerel müzik kültürlerinde kullanılan usuller ve bunların
farklı icracılar elinde şekillenen her tip varyasyonları,
Anadolu’da müzik üretiminin ana malzemesi olagelmiştir. Bu
usuller, müziğin tekrarlanmasında olduğu kadar, yeniden
üretilmesinde ve tamamen esas nitelikteki bestelerin yapılmasında
hayati önem taşımaktadır. Bu konuda özellikle yerel müzisyenler
arasında araştırma ve gözlem yapmış biri olarak şunu rahatlıkla
söyleyebilirim ki, Anadolu’da usulün temelini oluşturan “ritim
kalıpları”nı bilmeden müzik yapılamaz!
Yerel müzisyenler, çocukluklarından başlayarak yerel repertuarı
öğrendikleri her kademede, öncelikle ritimle meşgul olmaktadırlar.
Örneğin Aydın-Germencik’te, Milas-Dibekdere’de davul çalan
icracıların hemen hepsi, çocukluk yıllarından itibaren hem yerel
repertuarı öğrenmekteler, hem de bu repertuar içinde, hangi ezgide
nasıl bir ritim kalıbı vuracaklarını bizzat tatbik ederek
yetişmekteler. Üstelik bu süreçte, teknik anlamda çalgıya olan
hakimiyetleri arttıkça, yukarıda “velvele” olarak adlandırılan
varyasyonları yaratma ve geliştirme konusunda, tamamen kişisel
buluş ve katkılarını da sağlayabilmekteler. Öyle ki temelde bir
usulün icra anında çok sayıda versiyonunu üreterek, müziğin o anki
icrasına ayrı bir boyut ve zenginlik katabilmektedirler. Aynı
durum Trakya’da, Doğu Anadolu’da, Orta Anadolu’da, Karadeniz’de de
görülebilmektedir. Aslında Anadolu usulleri konusunda gerçekten
ciddi bilimsel araştırmalar yapmak gerekiyor. Bu konudaki bilgi
eksikliğin çok iyi organize olmuş ekiplerce araştırılması, tespit
edilmesi ve değerlendirilmesi önemli bir proje olarak ortada
duruyor. Üniversitelerimiz uyuyor mu?
ÜSTADIN “ANADOLU RİTMLERİ”
Yeniden Arif Sağ Üstad’ın çalışmasına dönecek olursak, çalışmanın
öncelikle “yaklaşım” bakımından önemli olduğunu bir kez daha
vurgulamak gerekiyor. Örneğin “bu albümün temel amacı Anadolu’daki
ritim külliyatını bir araya toplamaktır. Başka bir deyişle
geleneksel ritim karakterinden uzaklaşılarak oluşturulan
ritimlerin yerine, Anadolu müziğinde son dönemde kaybolmaya yüz
tutmuş orijinal ritimlerin ortaya çıkmasını sağlamaktır” diyor,
Üstad. Yine albüm kitapçığında dile getirdiği şu tespitlerin de
önemli olduğunu düşünüyorum: “Anadolu müziğinde melodik yapının
zenginliği varlığı birçok müzik adamı, akademisyen tarafından dile
getirilen bir gerçektir. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren
yapılan derlemelerin çoğunluğu da, bu zenginliğin kayıt altına
alınması çabasının bir sonucudur. Ancak bu derlemelerde göz ardı
edilen bir ayrıntı, büyük bir ihmalin yaşanmasının zeminini
hazırlamıştır. Bu ihmal, türkü ve halk oyunları derlemelerinde
sadece melodilerin notaya alınmış olmasından kaynaklanmaktadır.”
Burada bir parantez açıp, Üstad’ın aktardıklarına bazı katkılar
yapmak gerekecek. Darülelhan’ın gerçekleştirdiği ilk halk
türküleri yayınlarında (1924-31) türkülerin geleneksel anlamda
sahip oldukları “usul”ler, türkülerin başlangıç kısımlarında
belirtilmekte idi. Ferruh Arsunar, Ruhi Su gibi araştırmacı ve
sanatçılar da usulleri, ritim kalıpları şeklinde türkülerin ezgi
kesitleri üzerinde kağıda aktarmışlardı. Arif Sağ’ın dile
getirdiği “büyük ihmal”, bir dönem kendisinin de sanatçı olarak
çalıştığı TRT’ye özgü uygulamalardır ki, bu uygulamaların da
mimarı Muzaffer Sarısözen olmuştur. Halk müziğini teorik ve pratik
düzeyde önce ayırmaya, sonra da “gelenek icadı” yoluyla
köksüzleştirmeye dayanan bu uygulamalar, ne yazık ki geleneksel
müzik kültürümüzün her geçen gün biraz daha yozlaşmasına,
yabancılaşmasına ve başkalaşmasına yol açmaktadır. Konuya bu
açıdan bakıldığında ise, konunun ihmale gelir bir yanı olmadığı,
aksine çok ciddi bir boyut taşıdığı görülmektedir.
Albümdeki müzik kayıtları dinlenildiğinde, Üstad’ın “yazdıkları”
ile “yaptıkları” arasında kimi önemli çelişkilerin var olduğu
görülüyor. Her şeyden önce Arif Sağ, Anadolu ritimleri konusuna
dikkat çekmeye çalışırken, “usul” kavramından ne yazık ki uzak
düşmekte. Başka bir ifadeyle Üstad, usul konusunun işlev ve
önemini kavrayamamış olması nedeniyle, bu çalışmasında usulün
yalnızca ritim yönüyle ilgilenmektedir. Usulün temel ve genel bir
kavram olduğu, ritim kalıplarına bağlı olarak geliştiği, bir model
oluşturduğu ve icracılar elinde, kendi yetenek ve kapasiteleri
doğrultusunda şekillendiğine yukarıda değinilmişti. Bu bağlamda
albüm, “Anadolu usulleri” konusunda bir kaynak olarak
değerlendirilebilecek durumda değildir. Ritim konusunun “değişken”
yönü gereği,“Anadolu ritimleri” başlığı altında, farklı yörelerde
kullanılmış olan usullerin değişik “ritmik varyasyonları”nın Arif
Sağ’a göre şekillenmiş örneklerini içeren bir albüm bu.
Dolayısıyla çalışmanın “Arif Sağ yorumuyla Anadolu ritimleri”
olarak anlaşılması daha tutarlı olacaktır bence. Aksi takdirde
albüm amacını aşacak ve Arif Sağ’ın çaldığı ritimlerin tamamının,
Anadolu’da aynen onun çaldığı şekilde çalınıyor olduğunu
düşündürtecektir ki, bu çok hatalı bir sonuçtur. Bu önemli
sakıncanın aynı zamanda önemli bir çelişki oluşturduğunu en başta
vurgulamak gerek.
Albümde ilk sırada yer alan, Anadolu “ağır zeybek” repertuarının
en görkemli örneklerinden biri durumundaki “Kocaarap Zeybeği”nin
icrasında bazı “tuhaflıklar” olduğunu düşünüyorum. Kariyerini
kimsenin tartışmayacağı Arif Sağ gibi bir üstadın, Kocaarap
Zeybeği’ni nasıl olup da “metronom”la ve neredeyse hiçbir
geleneksel davul icra özelliğine riayet etmeksizin
seslendirebildiğini, doğrusu ben anlayamadım. Çok iyi hatırlıyorum
ki, neredeyse yirmi yıl önce çaldığı bir başka solo icrasında
Üstad, aynı ezgiyi gerçek anlamda “yaşatan” ve “yansıtan” bir
icrayla yorumlamıştı. Şimdiki icrasında, bu zeybeği “düzenli bir
metronom”la yorumlamış olmasının yeterince “garip” olması bir
yana, “ağır zeybek” ritimlerinde özellikle karakteristik olan ve
neredeyse bir “doğaçlama” gibi icra edilen davul eşliğini, “çubuk
çekme”leri vs. hiç dikkate almamış olması, yalnızca “düzenleme”
anlayışıyla izah edilebilir ve mazur görülebilir bir gerekçe gibi
gelmiyor bana. “Anadolu ritimleri” gibi son derece iddialı ve
kapsayıcı bir başlık taşıyan böylesi bir çalışmada, bu eserin
icrasının “isabetli” ve “doğru” olduğu ne yazık ki söylenemez.
Portakal Zeybeği’nde kullanmış olduğu ritimler de, ezgide
bulunması gereken temel ritim kalıplarını yansıtmaktan uzak
durumda. Silifke yöresi “zeybek” ezgilerinde “aksak” ve “oynak”
adı verilen geleneksel usuller yaygındır. Portakal Zeybeği,
“oynak” usulündedir. Bu usul, benim bugüne dek dinlediğim çoğu
icrada, yöre müzisyenlerince “düm düm tek düm tek düm düm düm tek”
şeklindeki bir temel kalıpla vurulmaktadır. Üstad’ın bu ritm
kalıbını hiç dikkate almamış olması, gerçekten yadırganacak bir
durum arz ediyor. Ayrıca ezgi için kendince uydurduğu ritim de,
oynamaya kalkanı resmen “tökezletecek” nitelikte bir kalıba sahip.
Bu noktayı Üstad nasıl olup da göz ardı edebilmiş, doğrusu
anlamakta zorluk çekiyor insan.
Benzer olarak, “horon”da kullandığı ritim kalıbını (eğer kendisi
uydurup yakıştırmadıysa!), hangi kaynaktan dinleyerek öğrendiğini,
bugüne dek hiç öyle bir “horon ritmi” duymamış biri olarak
gerçekten merak ediyorum. Horonlar, Doğu Karadeniz müziğinin esas
dans müzikleri ve “Devr-i Hindi” usulü bunlarda çok yaygın. Kimi
sofyan yada düyek kalıplı ezgilere de “horon” adı veriliyor ama,
bunların vuruluşları ve ritmik varyasyonları, Arif Sağ’ın çaldığı
ritimle de pek bir benzerlik taşımıyor. Üstad’ın bu icrasını biraz
“fantezi” bir “horon” olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır,
sanırım…
Çorum Halayı’nın ezgisel icrası, bir “Üstad”a yakışır olgunluk
taşımaktan oldukça uzak. Hani dilim varmıyor ama, Arif Sağ
yalnızca “nota çalmakla yetinmiş” gibi geldi bana! Bu tavır da,
albümün genel anlamda taşıması gereken “üstadane” nitelikleri
biraz gölgeliyor aslında. Kayıtların genel anlamda “miks”lerinin
de biraz “abartılı” yapıldığını düşünüyorum. Çalışma bir ritim
albümü olarak tasarlanmış, evet ama, yapılan mikslerde
perküsyonlar için gereksiz bir “önde olma” tercihi uygulanmış
olması da “yadırgatıcı” bir durum çıkarıyor ortaya. Hele “Bahçe
duvarını aştım” türküsünde kullanılan “düm”lerin seviyesi, insanın
kulağının dibinde “bomba” atılmış izlenimi uyandırıyor, adeta!
Her şeye rağmen “Davullar Çalınırken” çalışmasıyla Arif Sağ,
dikkate değer bir iş yapmış. Ancak bir bütün olarak
değerlendirilirse bu çalışmasıyla Üstad, “doğu ritimleri” dışında,
“Anadolu”yu temsil edecek kadar olgun ve isabetli ritim icraları
ortaya koyamamış, ne yazık ki… Ancak doğu ritimlerinde gerçekten
olağanüstü ritim icraları söz konusu. Davul tonları, ritim
kalıpları, çok özenli ve “usta işi”! İçerdiği tüm bu olumlu ve
olumsuz niteliklerine karşın, halk müziğiyle ilgilenen tüm
kesimlere, Arif Sağ’ın bu son çalışmasını mutlaka edinmelerini,
Üstad’ın elinden çıkma ritim kalıplarını dikkatle dinlemelerini
tavsiye etmekteyim. Ne de olsa, bir bağlama ve Anadolu müziği
üstadının bunca yıllık birikim ve kendi ifadesiyle en azından iki
yıllık emeğinin bir ürünü, bu albüm…
|