BELA BARTOK Kimdir?
            
              Bela Bartok 25 mart 1881 'de şimdi Romanya ve o zaman Macaristan 
            arazisinden olan Torontal eyaletinde doğdu. İlk piyano derslerine 6 
            yaşında iken başladı. Hocası kendi annesi idi.
            
            9 yaşında piyano için parçalar bestelemeğe başladı. 1891'de ilk 
            konserini verdi. Bartok 18 yaşına kadar opera ve konserler dinlemek, 
            oda musikisi ile meşgul olmak ve eserler bestelemek fırsatını buldu. 
            1905' de Macar halk musikisine derin bir alaka ile bağlanmıştır.
            
              Eserleri Budapeşte'de büyük münakaşalara yol açmağa başlamıştı. 
            1911'de bir münakaşalar çok kızışmış ve başta Kodaly ve Bela Bartok 
            olmak üzere genç bestekarlar (yeni Macar musiki birliğini) 
            kurmuşlardı. Genç bestekarların hamleleri hüsranla neticelendi. 
            1912'de inzivaya çekilen Bela Bartok halk musikisi tetkiklerini daha 
            derinleştirdi. 1917 senesinde ilk defa olarak Budapeşte'de (Tahtadan 
            Prens) ismindeki eseri sempati ile karşılandı. Fakat 1918'de 
            Macaristan'ın yıkılmasıyla Bela Bartok'un da Macar halk musikisi 
            üzerindeki çalışmaları son verdi.
            
              Fakat bu tarihten soma şöhreti başka memleketlere yayıldı. 
            1934'den soma hocalıktan çekilerek kendisini tamamen bestekarlığa 
            verdi. Evvela sadece bir halk musikisi bestekarı zannedilen Bela 
            Bartok 'un 1945 senesinden itibaren büyük bir kompozitör olduğu 
            bütün dünyaca anlaşılmış oldu.
            
            Hükümetimizin daveti üzerine Macar hükümeti 1936 yılında Bela 
            Bartok'u folklor tetkiklerinde bulunmak üzere Türkiye'ye gönderdi.
            
            
             
            BARTOK,
            Türkiye'deki halk ezgisi derlemelerinde (1937) yaşadıklarını şöyle dile getiriyor:
             "Aşağı 
            yukarı iki yıl kadar önce Türk resmi çevreleri Paul Hindemith'in 
            yardımı ve yönlendirmesiyle belediyeler eliyle Avrupa çizgisinde bir 
            musiki eğitimi örgütlemeye başladılar. Ama Türk ulusal musikisinin 
            Türk halk musikisi temeli üzerinde nasıl geliştirilmesi gerektiğini 
            anlatacak bir danışmanları yoktu. Gerçek bir halk ezgisi derlemesi 
            için de onlara yol gösterebilecek hiç kimse yoktu.
            
            Böylece Halkevi'nin Ankara şubesince benim davet edilmeme karar 
            verilmişti. Küçük Asya gezimi hazırlayan şartlar bunlardı. Musiki 
            folkloru üzerine üç konferans vermek, bir de Macar orkestra musikisi 
            konserinde yer, almak üzere 1936'da Ankara'ya davet edildim. Ayrıca, 
            Macaristan Bilim  Akademisi için Anadolu Türk Halk Musikisi 
            örneklerinden plak doldurmamı sağlayacak iki gezi içinde söz 
            almıştım. Söylemek bile gereksiz, bu daveti büyük bir zevkle kabul 
            ettim, çünkü gerçek Türk Halka Musikisi (yani Türk köy musikisi) 
            üstüne o sırada hiçbir şey bilmiyordum. Türk halk musikisinden daha 
            önce derlenmiş olan çok sınırlı malzeme sistemsiz bir derlemeydi; bu 
            küçük ölçekli malzemeden de hemen hemen hiçbir şey yayımlanmamış, 
            yayımlanmışsa bile baskısı tükenmişti. En eski, hiç şüphesiz Asya 
            kökenli olan Macar halk musikisi ile Türk halk musikisi arasında 
            herhangi bir bağ olup olmadığını da çok merak ediyordum.
            
              1936 Ekimi'nin sonunda Budapeşte'den ayrıldım, belediye musiki 
            konservatuarındaki plakların tekniğin imkanları ölçüsünde mükemmel 
            olduğunu gördüm. Bu plaklar İstanbul şehir belediyesinin siparişiyle 
            His Master's Voice ile Columbia şirketlerince doldurulmuştu. Çoğu 
            köylü icracılarca doldurulmuş, çift yüzlü altmış beş plak vardı. 
            Plak dizisi 1930'dan itibaren yayımlanmaya başlamış, sonunda toplam 
            130 kadar ezgi plağa alınmıştı. Bu çok büyük bir miktar olmamakla 
            birlikte, bizim çift yüzlü sadece dört çok mütevazı Macar musikisi 
            plak derlememizle karşılaştırıldığında olağanüstüydü. Türkler'in 
            hazırladığı derlemenin bir kusuru malzemenin sistemli bir biçimde 
            seçilmemesindeydi. Bu tasarı uygulamaya konulmadan önce plağa alınan 
            ezgilerin hiçbiri mahallinde kaydedilmemişti, öyle ki neyin 
            öncelikle önem taşıdığını, neyin kaydedilmesi gerektiğini de bir 
            bilen yoktu.
            
              Plakların çoğunda, yolu İstanbul'a düşen gezici musikicilerin 
            malzemesi kullanılmıştı. Bunlar, sırf gezip dolaşan musikiciler 
            olmaları yüzünden, yerel bir nitelik taşıyan halk musikisinin hiçbir 
            zaman gerçek kaynakları sayılamazlar. Derlemedeki ikinci hata 
            musikinin de, güftelerin de kayıt sırasında yazılmamış olmasıydı. 
            Güftelerin yazıya geçirilmemesi ise onarılmaz bir eksiklikti çünkü. 
            Türkiye'yi ziyaretim sırasında gördüğüm gibi, kimi plaklardaki 
            sözleri Türkler bile anlayamıyorlardı.
            
            Ankara'daki ilk haftam konferanslarla ve konserlerle geçti. Ertesi 
            hafta geziler başlayacaktı. Hastalandığım için, ne yazık ki bu 
            gezilerin ilkinden ister istemez vazgeçildi. Ama daha sonra ikinci 
            geziye başlamamız için bizi yolumuzdan alıkoyan herhangi bir engel 
            çıkmadı.
            
              Besteci Ahmet Adnan Bey Halkevi tarafından bana eşlik etmek üzere 
            görevlendirilmişti. Onun görevi türküleri söyleyenlere soru sormak 
            ve ezgilerin sözlerini not etmekti. Ondan başka, Ankara 
            konservatuarında bestecilik öğretmenleri olan Necil Kazım Bey ile 
            Ulvi Cemal Bey de, yerel ezgilerin yerinde nasıl derlendiğini 
            görmeleri için Maarif Vekaleti'nin isteği üzerine bizimle geldiler. 
            Halkevi'nin yerel şubelerine merkezden gönderilen emirde bize 
            yardım etmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaları istenmişti. 
            Onlar yatacağımız yer, ulaşım gibi sorunlarımızla ilgilenecekler, 
            çalışmamızın ilerlemesi ve işlerin yolunda gitmesi için ne 
            gerekiyorsa onu yapacaklardı. Bizimle o kadar ilgilendiler, bize o 
            kadar yakınlık gösterdiler ki, o geziyi hatırladıkça gerçekten 
            duygulanırım. Oysa başlangıçta ciddi kaygılarım vardı, çünkü Türk 
            arkadaşlarım bu girişimimiz için pek umutlu konuşmuyorlardı. 
            Köylülerin bize türkü söylemeleri için onlarla haftalarca dostluk 
            kurmak gerekeceğini söylüyorlardı.
            
              Güney Anadolu'nun Suriye sınırına yakın bir yöresine gittik, çünkü 
            o yöre yazı Toros dağlarındaki yaylalarda geçiren, kışınsa Akdeniz 
            kıyılarına inen göçebe Türk aşireti Yürüklerin kışlağıydı. Hala böyle 
            ilkel şartlar altında yaşayan insanların eski musikinin bütün özgün 
            niteliklerini muhafaza etmiş olabileceklerini varsaymıştık. İlk 
            sistemli Türk halk ezgileri derlemesine sahne olacak yer için 
            onların yaşadığı bölgeyi seçmemizin nedeni de buydu.
            
              Çalışmalarımızın merkezi Adana şehriydi. İlk iki günü orada, çevre 
            köylerden getirilen şarkıcılarla çalışarak, oldukça iyi sonuçlar 
            alarak geçirdik. Bu durum halk ezgisi derleme ilkelerine pek uygun 
            değildi, ama son hastalığım yüzünden henüz köylere gidecek cesaretim 
            yoktu.Üçüncü gün Mersin adlı bir kıyı kasabasına gittik, ama oradan 
            aldığımız sonuçlar hiç tatmin edici değildi. Ama başka şeylerle 
            biraz olsun avundum. Kasaba astropikal bölgedeydi, ısı hiçbir zaman 
            sıfırın altına düşmüyordu, benim gittiğim kasım ayında da, 
            Macaristan'da ağustos sonunda olduğu kadar sıcaktı. Burada hurma, 
            şekerkamışı yetiştiriliyor, yalancı karabiber ağaçları, çiçek açmış, 
            meyvesini vermiş muz ağaçları altında dolaştık.
            
            Sonunda, dördüncü gün Adana'nın seksen kilometre doğusuna, 
            Yürüklerin yaşadığı yöreye gittik. Önce Osmaniye adlı büyükçe bir 
            köye (nahiye) uğradık. Bu köyün ve baz çevre köylerin halkı, şu 
            yahut bu nedenle göçebe yaşayışı terk ederek yetmiş yıl kadar önce 
            oraya yerleşmek zorunda kalan ''Ulaş'' aşiretindendi.
            
            Öğleden sonra saat iki sularında Osmaniye'ye vardık, saat dörtte bir 
            köy evinin avlusuna girdik. Nihayet bir köy evinde gerçek bir 
            çalışma uygulamaya başlayabileceğimizi düşünerek, büyük bir sevinç 
            duydum. Ev sahibi yetmiş yaşlarında, Ali Bekir oğlu Bekir adında 
            yaşlı bir adamdı, bizi pek konukseverce karşıladı. Kendisine kaç 
            yaşında olduğunu sorduğumuz zaman, övüne övüne, ağzında tek bir diş 
            kalmadığı halde her yediği lokmayı çiğneyebildiğini, yetmiş yaşında 
            olduğunu ama keçi gibi dağa tırmanabildiğini söyledi. Biraz 
            konuştuktan sonra, ''kemençe'' adlı, ''rebab''a benzer , eski tarzda 
            çalınan, kemandan daha büyük olmadığı halde viyolonsel gibi tutulan 
            bir çalgı çaldığını öğrendik. Bu çalgı hemen hemen bizim keman gibi 
            akort ediliyor. İhtiyar herhangi bir çekingenlik duygusuna 
            kapılmadan, avluda bizim için bir ezgi söylemeye başladı. Söylediği 
            havada, eski savaşlardan biriyle ilgili eski bir hikaye 
            anlatılıyordu. Kulaklarıma inanamadım., eski bir Macar ezgisinin bir 
            varyantı gibi gelmişti bana çünkü. Büyük bir sevinç içinde, koca 
            Bekir' in türküsünü iki bütün silindire kaydettim.
            
            Bu sırada güneş batmıştı, ev halkı akşam yemeğini yerken çalışmamızı 
            kesmek zorunda kaldık. İnanmış Müslümanlara gün doğumundan gün 
            batımına kadar bütün bir ay boyunca hiçbir şey yiyip içmemelerinin 
            duyurulduğu Ramazan ayındaydık. Kuran'ın süslü diliyle söylenirse, 
            orucun, beyaz ipliğin siyah iplikten ayırt edilemeyeceği vakte kadar 
            sürmesi gerekiyor. Atatürk'ün getirdiği yeni düzene rağmen o yörenin 
            halkı son derece dindardı, buralarda ileri gelen devlet görevlileri 
            bile oruçlarını hiç kaçırmıyorlardı. Oruç çalışmamızın sık sık 
            aksamasına yol açtı. 
            
            Koca Bekir'den dinlediğim ikinci hava yine Macar şarkısı 
            varyantıydı. Bu beni adamakıllı şaşırttı. Bekir bu havayı kadınların 
            hiçbir zaman giremediği selamlıkta söyledi. Daha sonra da ihtiyarın 
            oğlu ile orada bulunan ötekiler türkü söylediler. Gecenin geç 
            saatlerine kadar vaktimizi çalışarak geçirmiş olmamız beni çok 
            memnun etmişti, ama türkü söyleyecek bir kadın. bulmak imkansızdı, 
            arkadaşlarımın bu yoldaki bütün çabaları boşa gitti. 
            
            Ertesi gün bazı göçebe aşiretlerin bulunduğu epeyce uzak bir yere 
            gitmek istedik, ama beklenmedik bir fırtına buna engel oldu. Yollar 
            o kadar çamurluydu ki, gıcır gıcır yeni arabamızla yola çıkmak hiç 
            de akıl karı değildi. Bu yüzden, o civarda bulunan Çardak adlı bir 
            köye gittik.
            
            Ne olursa olsun türkü söyleyecek bir kadın bulmamız gerektiğini 
            söyledim, kısa bir süre sonra bir kadın bulduğumuz zaman sevinçten 
            şaşakaldım, ne var ki ona rastlamak bize hiçbir şey kazandırmadı. 
            Bize işe yaramaz iki kısa ezgi söyledi, ama bilmediği için onları da 
            beceremedi, bu yüzden bende söylediği türküleri kaydetmedim. Ondan 
            sonra, ikindi üstü saat dört sularına kadar küçük bir erkek 
            çocuğuyla çalışmayı denedik, en sonunda, söylediği türkülerden bir 
            ikisini kaydettim. Sonra bir açmaza girdik. Hayal kırıklığı içinde, 
            Osmaniye'ye dönmek üzere toparlanmaya başlamıştık ki, birdenbire bir 
            beyefendi yanımıza gelerek dedi ki: ''Pek memnun olmuşa 
            benzemiyorsunuz...'' ''Memnun değiliz..'' dedim, ''kimse bize türkü 
            söylemek istemiyor burada.'' ''Üzülmeyin," dedi, ''bizim köyün 
            halkını iyi tanırım, türkü söyleyecek bir kaçını bulurum size.'' 
            Sözünün eri bir adammış. Yetecek kadar sayıda köylüyü okul binasında 
            topladı, halk oyunları da oynansın diye komşu köyden iki çalgıcı 
            bile çağırmıştı. (Daha sonra öğrendik ki, kendisi eski bir 
            parlamento üyesiymiş.) Ama ne oyundu o öyle! Musikisi ise 
            sersemleticiydi. Çalgıcılardan biri obuaya benzer bir çalgı olan 
            zurnayı, öbürü önüne bağlanan davulu (bas davul) çalıyordu. Davulcu 
            davula tahta bir tokmakla öyle korkunç bir güçle vuruyordu ki, o 
            sırada doğrusu ya o koca davulun ya da kulak zarımın patlayacağını 
            sandım. Davula her vuruşunda, oracıkta bulunan üç gaz lambasının 
            titrek alevleri bile parlıyordu. Oyuna gelince! Dört erkek 
            oynuyordu, daha doğrusu biri tek başına oynuyor, ötekiler el ele 
            tutuşmuş olarak, ağır ölçülü hareketlerle ona eşlik ediyorlardı. Ama 
            garip olan, iki çalgıcının da birkaç adım ve el kol hareketi ile 
            zaman zaman oyuna katılmasıydı. Gel gelelim kısa bir süre sonra 
            musıki ve oyun ansızın durdu, ve üç oyuncudan biri adeta 
            patlarcasına bir türküye başladı. Yüzünde öyle dalgın, hülyalı bir 
            ifade vardı ki, o yüzü anlatacak kelime bulamıyorum. Türküye çok tiz 
            bir tenor sesle başladı, türkünün sonunda ise yavaş yavaş daha doğal 
            bir perdeye indi. 
            Yedi sekiz dize kadar türkü söyledikten sonra, çalgıcılar başka 
            çeşit bir halk oyunu musıkisine uygun olarak yeniden ahenk tuttular. 
            Daha sonra da bunu, daha önce olduğu gibi bir sözlü solo izledi. 
            Basit, ilkel fonografımdan basbayağı utandım, çünkü en iyi 
            gramofonlar bile böyle bir sahneyi canlandırmakta aciz kalırdı. 
            Sesli film kamerası kullanmak gerekirdi. O büyüleyici sahnenin 
            ahengini bozan küçük bir şey vardı ki o da, orada toplananlardan 
            hiçbirinin köylü kıyafetinde olmamasıydı. Hepsi de en eski püskü en 
            basmakalıp cinsinden Avrupa örneği elbiseler giymişti. 
            Transilvanya'da Balkanlar'da genellikle hala köylü elbiseleri 
            giyilirken, bu fabrika işi zevksiz elbiselerin hangi akıl almaz 
            yolla göçebe Yürükler'e ulaştığını hayal edebilmek kolay değil.
            
            O köyde vaktimizi çok yararlı bir şekilde geçirmemizi sağlayan 
            Çardak'lı eski siyaset adamına teşekkürler. Koca Bekir' in söylediği 
            Macar ezgilerini andıran havanın buradaki köylü1erce de bilindiğini 
            görmüştük, dernek ki o türkü yörenin genellikle bilinen 
            havalarındandı, dolayısıyla bir rastlantı sonucu bugüne kalrnış bir 
            ezgi değildi.
            
            Ertesi gün bu kez yağmur engeliyle karşılaştık. Uzun bir 
            tartışmadan sonra hemen yakındaki Toprakkale köyüne geçtik, orada 
            bir yük arabası tuttuk, en sonunda gerçek bir göçebe çadır köyüne 
            geldik. Köye öğle üzeri ulaşmıştık, çok geçmeden orada bizim pek 
            şansımız olmadığını gördük. Köyün erkekleri ortalıkta yoktu, 
            kocalarının izni olmadan kadınların bizim için türkü söylemesi söz 
            konusu olamazdı. Çok yaşlı, yalın ayaklı bir adam çadırların 
            çevresinde arandı durdu, ama türkü söylemek için istekli değildi. En 
            sonunda, öğle yemeği vaktinde, Osman adında on bir yaşlarında küçük 
            bir çoban eve döndü de bizi büsbütün başarısızlığa uğramaktan 
            kurtardı. Söylediği türkülerden oldukça ilgimi çeken birini 
            kaydettim, sonra öğle yemeğini yemek üzere yakıcı güneşin altından 
            bir çadırın önündeki gölgeliğe serilmiş minderlere çekildik.
            
            Yemekten soma başka bir köye hareket ettik. Arabamızla dereler, 
            ırmaklar içinden geçmek zorunda kaldık; sonra yol kayalık bir zemin 
            haline geldi, en sonunda yol diye bir şey kalmadı. Uzun zaman 
            kayalık yamaçlarda atlı arabamızla sarsıla sarsıla yol aldık. Araç 
            gereçlerimiz yanımızda olmasaydı, yolculuğumuz bu kadar kötü 
            geçmezdi, ama kucağımızdaki fonograf, kutular, doldurulmuş plaklar 
            bizi sürekli korkutuyordu. bu yüzden pek hoş bir yolculuk değildi. 
            Sonunda sarsılmaktan yorularak arabadan indik, hassas araç 
            gereçlerimizi gücümüzün yettiğince ellerimizde, omuzlarımızda 
            taşıdık.
            
            Saat beş sularında, güneş batarken Tecirli kışlağına ulaşabildik. Bu 
            göçebe bir aşiret olduğu halde çadırlarda değil, kulübemsi kerpiç 
            evlerde yaşıyordu artık. Aşiretin en varlıklı adamlarından birine 
            gittik, onu rehberlerimizden biri de bir rastlantı eseri olarak 
            tanıyordu. Bu adam bizi çok nazikçe karşıladı, yanımızdaki garip 
            araç gereçlerle ne yapmak istediğimiz hakkında da hiçbir soru 
            sormama inceliğini gösterdi. Bizim için bir koyun kestirmek 
            istiyordu, ama biz bir tavuğun yeterli olacağına ikna ettik 
            kendisini. Sonra bizi evine davet etti, kapkaranlık, penceresiz bir 
            binaya girdik. 
            
            Yere çepeçevre minderler serilmişti, ortada da bir ocak, vardı. 
            Ülkenin adetine uyarak ayakkabılarımızı çıkardık, minderlerin 
            üzerine Türk tarzında, bağdaş kurup oturduk. Çalı çırpı doldurup 
            ocağı yaktılar, ama evin ne bacası ne de penceresi olduğundan. 
            birkaç dakika içinde oda gözlerimizi yakacak kadar dumanla doldu. 
            Önceki akşam hedef kulak zarlarımızdı, şimdiyse gözlerimiz.. 
            Variatio delectat(tema çeşitlemesi), bu bakımdan yakınmaya hiç 
            hakkımız yoktu. Bereket versin, daha çalıların çıtır çıtır 
            tutuşmasına kalmadan, odayı kaplayan dumanların bir kısmı duvardaki 
            yarıklardan dışarı süzülmüştü. Az sonra oda gelen komşularla doldu. 
            Tatlı bir söyleşi başladı. Bu söyleşi akşam saat yediye kadar sürdü, 
            ama o vakite kadar rehberimiz ziyaretimizin amacı hakkında tek söz 
            bile söylemeye kalkışmamıştı. Kaygı içinde bekliyordum. 
            
            Saat yedi sularında rehberin ''türkü'', ''Türk halk musıkisi'' gibi 
            sözler söylediğini duydum. ''Nihayet'', dedim kendi kendime, ''halk 
            türkülerinden söz etmeye başladılar; sadede geliyoruz herhalde 
            artık''. Gerçekten de on beş yaşlarında bir erkek çocuğu en ufak bir 
            çekingenlik göstermeden bir hava tutturuverdi. Gene Macar havalarına 
            çok benzeyen bir ezgiydi söylediği. Hemen araç gereçlerimi 
            hazırlayarak tabii, yerdeki minderler üzerinde görüyordum işimi, 
            ocaktaki ateşin aydınlığında ezgiyi notaya geçirdim, sonra türküyü 
            plağa almak istedim. Bu mükemmel başlangıçtan sonra umduğum gibi 
            kolay olmadı plağa almak, çünkü çocuk türküyü o şeytani makineye 
            söylerse sesini temelli kaybedeceğinden korkuyordu bütün saflığıyla. 
            Makinenin sesini geri vermemecesine alıp götüreceğini sanıyordu 
            herhalde. Güç bela korkularını yatıştırabildik de ondan sonra gece 
            yarısına kadar aralıksız, rahatça çalışabildik. Kadınlar konusunda 
            şöyle bir zemin yoklamaması için vaktin geldiğini düşünüyordum 
            artık. Kadınların erkeklerin söylemediği türküler bilip bilmediğini 
            sordum. ''Hayır, başka türkü bilmez onlar,'' cevabını verdiler. 
            ''Öyleyse'', dedim, ''bu türküleri onların da bildiğine şüphe yok, 
            birkaçını onlardan dinlemekten de zevk duyarız...'' Uzunca bir 
            kararsızlıktan sonra, kadınların kendi kocaları önünde bile türkü 
            söylemediklerini, erkeklerin de karılarından türkü söylemelerini 
            istemediklerini, istemelerinin alışılmış bir şey olmadığını 
            söylediler. Erkeklerin kendi karılarından bile istemedikleri bir 
            şeyi onlardan isteyemeyeceğimi anlayarak, bunda ısrar etmekten, 
            istemeye istemeye vazgeçtim. Olmazdı böyle şey! Şu bulunduğumuz; 
            evin içinde ev sahibinin bir değil iki karısı vardı, ama biz 
            kadınlarca söylenecek bir türkü bile kaydedemiyorduk.
            
            Ankara'ya döndükten sonra üst düzeydeki yetkililere bu konuda. ne 
            olursa olsun bir şeyler yapılması gerektiğini söyledim. Türkü 
            derlemek için ya gerekli eğitimden geçmiş kadınlar köylere 
            gönderilmeli, ya da erkek derleyicilere, kadınlarla ilişki 
            kurabilecek kimselerse, karıları eşlik etmeliydi. Erkeklerin ister 
            türkü söyleyerek ister söylemeyerek, çocuklarını .uyutmak için 
            kucaklarından hiçbir zaman sallamadıkları bilindiği halde, ninnileri 
            kaba erkek sesinden kaydetmek çok acıklı bir şeydi.
            
            Gezimi Tecirli göçebeleriyle bitirdim. Bana eşlik eden Türkler için 
            bir örnek oluşturabilecek bir derleme gezisi düzenleyebileceğimi 
            ummuştum, ama düşündüklerimi tam istediğim gibi gerçekleştiremediğim 
            için gezinin pek başarıya ulaşmadığını söylemek zorundayım. Bu 
            başarısızlığın nedenlerinden biri, hastalığım yüzünden ilk üç gün 
            köylere gidememiş olmamızdır. Öbür nedeni ise her ezgi hakkında 
            nerede, kimlerce, hangi durumlarda vb. söylendiği konusunda kesin 
            bilgi alamamamızdır. Birçok durumda, aldığımız bilgiler pek 
            güvenilir değildi, söylenenlerin çoğu çelişiyordu. Bir başka zorluk 
            da icracılara sorduklarımı bir tercüman aracılığıyla sormak zorunda 
            oluşumdu. Gariptir , toplu halde türkü söyleyip söylemediklerini, 
            söylüyorlarsa ne zaman söylediklerini bir türlü anlayamadım. 
            Köylüleri toplu halde türkü söylemeye ikna etmek, imkansızdı, bu 
            yöndeki bütün deneylerim hiçbir sonuç vermedi. Çalışmamızdaki üçüncü 
            hata, daha önce de değindiğimiz gibi, türkü söyleyecek kadın 
            bulamamamızdı, son hatamız da ezgilerin plağa. kaydetmediğimiz 
            kıtalarının sözlerini yazmamış oluşumuzdu. Bütün bu kusurlarına 
            rağmen, derleme oldukça güvenilir, bilimsel açıdan çok ilginç 
            sonuçlar çıkarılmasını sağlıyor. Her şeyden önce uğradığımız seksen 
            kilometre kare kadar genişliğindeki bölgede çok özgül bir ezgi tipi 
            keşfetmiş bulunuyoruz. Kaydettiğimiz doksan ezgiden yirmi kadarı bu 
            kümeye giriyor. Bunlarla eski Macar halk ezgileri arasında çarpıcı 
            bir benzerlik görülüyor, yapı bakımındansa tümü inici denilen 
            tiptedir.
            
            Söz konusu Türk ezgilerinden bazıları Macar şarkılarından daha süslü. 
            Bunların dizisi eski Macar ezgilerinin çoğunda olduğu gibi 
            pentatonik değil, Aeol yahut Dor dizileridir, ama kullanılan 
            dizilerin pentatonik dizinin dönüşmüş bir biçimi olması da imkansız 
            değildir. Zaman zaman görülen süslemeler dışında herhangi bir uslup 
            bağdaşıklığı, yoktur; kimilerinde, Macar malzemesinin çok tanınmış 
            ''değişen noktalı ritmi"ni gördüm. Değişmenin güfteye uyma eğilimine 
            bağlı olup olmadığı, bağlıysa ne ölçüde bağlı olduğu ancak uzun 
            incelemelerle belirlenebilir. Ankara'da Orta Anadolulu on üç 
            yaşındaki bir kızdan altı türkü daha derleme fırsatı buldum. Bu altı 
            ezgiden ikisinin on bir heceli Macar ezgilerini andıran bir yapıda 
            ve özellikte olması çarpıcıdır.
            
            Türkler ''yağmur duası'' ezgilerini genellikle bilmiyorlar. Gerek 
            güfte gerekse ezgi yönünden bu türküler, aynı amaca yarayan Yugoslav 
            ve Romen (Dodala, Paparuga) şarkılarına tekabül ediyor; ezgileri ise 
            Macar Slovak yahut öbür Batı Avrupa uluslarının ninnileriyle çocuk 
            oyunu şarkılarına benziyor.Balkanlar' da çok yaygın olan, Doğulu 
            (Arap?) tarzında belli bir artık ikili dizinin Adana dolaylarındaki 
            köylerde hiç bilinmemesi gariptir. Balkan halkları. böyle bir diziyi 
            Türklerden değilse kimden almış olabilirler?
            
            Hora lunga denilen ezgilerden hiçbir iz bulamadım; öte yandan, 
            Bulgar ritmi diye arnlan ritmin değişik  biçimleri çeşitli yerlerde, 
            örneğin Karadeniz'in doğu kıyısında, hatta Adana dolaylarında az çok 
            biliniyor.
            
            Bugünün Türkiye'si Almanya'nın hemen hemen bir buçuk katı kadar 
            büyük, nüfusu da on yedi milyon kadar. Toprakları bu kadar geniş bir 
            ülkeden derlenen doksan ezgi kesin sonuçlara varabilmek için çok az 
            imkan sağlayabilir. Ancak, bu .küçük ölçekli malzemenin yüzde 
            yirmisinin eski Macar musikisiyle benzerlikler göstermesi, sistemli 
            olarak derlenen, daha geniş ölçekli bir malzeme sağlandığında arada 
            daha çok benzerlik noktaları bulunabileceğini düşündürüyor. Bunun 
            sadece bir rastlantı olmadığı ortadadır. Yugoslavların, batı ve 
            kuzey Slovaklarının, Yunanların musikisinde bu tür ezgiler bulunmaz, 
            Bulgarlarda, Transilvanya ve Moldovya Romenlerinde, Çeremislerde(Volga 
            bölgesinde yaşayan Fin-Ugor halkı.) ve kuzey Türk halklarında bile 
            bu ezgilere ancak seyrekçe rastlanabilir; buna göre, bu musiki 
            antik, bin yıllık bir Türk musikisi-üslubunun kırıntıları olabilir.
            
            Çıktığım derleme gezisini gerçekleştiren herkese olan gönül borcumu 
            dile getirmek isterim. İlkin, Ankara Halkevi yönetimine, özellikle 
            bu geziyi büyük bir özenle düzenleyen Ferid Celal Bey'e; Yürükler'in 
            yaşadığı yörede hiç eksilmeyen heyecanıyla bana eşlik eden, 
            karşılaştığım bütün güçlükleri ortadan kaldırmak için uğraşıp 
            didinen Adana Müzesi Müdürü Ali Rıza Bey ile Adana Halkevi 
            yöneticilerine, ayrıca, özverili arkadaşım, çalışkan meslektaşım ve 
            tercümanım Ahmed Adnan Bey' e; son olarak da, Ankara 'da kaldığım 
            süre içinde bana her bakımdan canla başla yardımcı olan, 
            Macaristan'ın Ankara Ortaelçisi Zoltan Mariassy'e teşekkür ederim.
            
            Ankara Maarif Müdürü Cevad Bey' le gelecekte neler yapılması 
            gerektiği konusunda çeşitli tartışmalarımız oldu. Bu toplantılarda, 
            Türk hükümetinin Türk halk musikisi araştırmalarını en kısa zamanda 
            başlatmakta kararlı olduğunu gördüm. Malzemenin sistemli bir şekilde 
            derlenmesi, hem Türk hem Macar, hatta hem de bütün Doğu Avrupa halk 
            musikisi araştırmaları için kazanç ve yarar sağlayacaktır.
            
            Sözlerimi Türkler'in hazırladıkları olumlu tasarıların büyük bir 
            bölümünü gerçekleştiremediklerini bildirerek bitirmek istiyorum. 
            Ortalığı her gün biraz daha saran savaş bulutları, belli ki, daha 
            bir çok ülkede olduğu gibi onların da çabalarını bambaşka bir yöne 
            çevirmelerine yol açmıştır. Inter arma silent Musae" 
            
            
            
            
            Not : bu özel son paragraf , Bartok'a Columbia Üniversitesince
            gönderilen 27 şubat 1941 tarihli "yeni atanan profesörler için muhtıra "
            başlıklı bir yazının arka sayfasına yazılmıştı.