Son yıllarda Ermeni Müziği ağırlıklı
albüm ve konserleri ile tanınan Knar Grubu ile Ermenistanlı sanatçı
Civan Gasparyan'ın çalışmaları ve “Duduk” adlı üflemeli saz ile
“Sarı Gelin Türküsü” müzik dünyamızda sık sık gündeme gelmeye
başladı. “Duduk” sazı ile “Sarı Gelin” türküsü hakkında bir çok
kişinin kafasında beliren, ancak; pek dile getirilmeyen, genel
olarak da toplumumuzun bilgilendirilmesi açısından, açıklanması
gerekli bir dizi sorunun cevaplarını aradık.
Bu bağlamda, yurtiçi ve yurtdışında yaptığı saha araştırmaları,
derlemeleri, bilimsel - sanatsal çalışmaları ve özellikle
yayımladığı kitaplarla tanınan İTÜ Türk Musikisi Devlet
Konservatuarı Sanatçı Öğretim Görevlisi /Müzikoloji Anabilim Dalı
Başkanı Sayın Süleyman Şenel ile yaptığımız röportajda, bu sorulara
açıklık kazandırmak istedik.
Süleyman Şenel’den, öncelikle Ermenistan'da Duduk, Azerbaycan'da
Balaban, Dağıstan'da Yastı Balaban, Gürcistan'da Duduki ve
Türkiye'de de Mey olarak geniş bir coğrafyada icra edilen bu
üflemeli saz hakkında bilgi edinecek ve ardından da tartışmalı Sarı
Gelin türküsüne bir kapı aralayacağız.
ŞAMİL KUCUR: Süleyman Bey, Duduk’un geçtiğimiz yıllarda
yurdumuzda popüler hale gelmesi, yalnızca müzikal ve folklorik
açıdan mı ele alınmalı, yoksa daha farklı nedenler var mıdır?
SÜLEYMAN ŞENEL: Ülkemizde, geleneksel müzik türleri ve bu
türlere bağlı olarak: repertuar, çalgı, çalgılama, halk sanatçısı,
profesyonel sanatçı, tavır, üslûp, oyun, edebi yapı -özellikle
tema-, orkestralama, v.s. gibi kavram ve vasıtaların, biraz da
popüler kültür / popüler müzik çerçevesinde, basın / medya yoluyla
ve bilhassa da entellektüel kesim arasında yeni yeni tanınmakta,
tartışılmakta ve gündemi daha yoğun doldurmakta olduğu düşünülürse;
“Knar” gibi popülist bir müzik grubunun ve usta bir sanatçı olan
Gasparyan’ın adına bağlı olarak “duduk” sazının gündeme gelmesini
doğal bir tepki ile karşılamak gerekir. Bunun yanında, popülist
yaklaşımlarla da olsa, bu ve benzeri vasıtaların -özellikle de
çalgıların- daha çok gündemde olmasında ve toplum tarafından daha
iyi tanınmasında büyük yarar da vardır. Zira, bulunduğumuz coğrafya
ve özellikle de Türk Dünyası, geleneksel müzik potansiyeli: türleri,
alt türleri, çeşitleri ve bu arada çalgı tipleri, çeşitleri ve
özellikle de bu çalgıların kendilerine has repertuarları yönünden
oldukça zengindir. Ancak; bu zenginliğin yeterince farkında
olunduğunu söyleyebilmek zordur.
Bir başka yönden, “Knar Grubu” ve “Duduk” sazının popüler hale
gelmesini, “ethnic music/world music” kavramları çerçevesinde
değerlendirmek de mümkündür. Dünyada bu yönde esen rüzgarlar, yakın
tarihten itibaren ülkemizde de esmeye başlamış ve gelişen
düşüncelerin popülist etkisi, ülkemiz aydınları arasında hızla
yayılmıştır. Belki, uzun yıllar daha devam edecektir bu durum. Bu
çerçevede bu çeşit değerlendirmeler; sözgelimi, bir başka müzik
grubu, bir başka çalgı veya herhangi müzik eserine dönük de
olabilir. Olmalıdır da... Bu bağlamda, sanırım, “ethnic music /
world music” kavramlarının ne anlamlar içerdiği hususunda,
kamuoyunun bilgilendirilmeye ihtiyacı vardır.
ŞAMİL KUCUR: Osmanlı Devleti döneminde, günümüz Türkiye’sinde ve
Ermenistan’da da mimar, müzisyen ve daha bir çok sanat dalında
önemli eserler veren çok sayıda Ermeni sanatçı olduğunu biliyoruz.
Ancak, günümüze baktığımızda, sanat icra etmenin yanı sıra bazı
sanat dallarının ya da sanat eserlerinin kendisini-orijinlerini
sahiplenme yaklaşımları gözlenmekte.
Yurtiçi ve yurtdışındaki yazılı ve görsel basında -özellikle
internette- duduk’un Ermeni halk müziği çalgısı olduğu hakkında çok
sayıda materyal yer almaktadır.
SÜLEYMAN ŞENEL: Bilhassa 20.y.yılda gerek yurt içinde,
gerekse yurt dışında yayımlanmış kimi kitap, makale ve hatta plak /
kaset / cd kapaklarında, Ermenistan’da “duduk” adı verilen bir çalgı
olduğu konusunda kayıtlara rastlanmaktadır. Bu yönü ile doğrudur.
Ancak şüphesiz bu bilgiler, söz konusu çalgı tipinin, bir Ermeni
müzik aleti olduğunu tek başına göstermez ve ispatlamaya da yetmez.
Ayrıca, “duduk” tabirinin etimolojisine de bakmak lâzım gelir. Bu,
etimologların görevi…. Hatırlayabildiğim kadarıyla, Türk Edebiyatına
ait 13.-14.yüzyıl yazma eserleri içinde rastlanabilen çok eski
tabirlerden biri “düdük”. Mesela, Kitâb-ı Dede Korkut’da geçiyor3.
ŞAMİL KUCUR: www.armanianduduk.com, www.teta.it/narada/duduk.html
www.dudukonline.com, gibi adreslerde ve “Traditional Armanian Folk
Instruments”, “Armanian Instruments Menu”, gibi başlıklar altında,
Duduk'un yanı sıra Azerbaycan'da, Dağıstan'da ve Türkiye'de de icra
edilen “tar”, “kemençe”, “ud”, “kanun”, “kaval”, “koltuk davulu”,
“koşa nağara” ve “bağlama” gibi çok sayıda sazın da “Ermeni Halk
Çalgıları” başlığı altında ele alındığı yolunda çeşitli bilgilere
rastlamaktayız. Bu tür yaklaşımları nasıl değerlendiriyorsunuz?
SÜLEYMAN ŞENEL: “Ermeni Müzik Aleti” olarak adlandırmanın,
öncelikle dünyaya açılmayla alâkalı, biraz da milliyetçi bir tutum
olduğunu düşünüyorum ben. Yani, kültürlerarası kaynaşmayı öncelikle
kabul edip, bunu açıkça dile getirmek ve yazılı belgelerle bir
çalgının tarihi hakkında bilgi ve görüş ortaya koymak yerine -ki bu
iş müzik tarihçilerinin ve organologların işi- yukarıda
bahsettiğiniz uygulamalara girişmek, dünyaya açılma politikasının ve
kültürel propaganda amacının bir sonucu olarak görülüyor. Bu
uygulamalar şüphesiz zarar vericidir.
Bu çerçevede, dünya ulusları, kültürel değerlerini tanıtma konusunda
yoğun çabalar sarf ediyorlar. Ellerini de biraz çabuk tutuyorlar.
Burada zikrettiğiniz bütün çalgıların sedaları, yazılı belgelerle de
sabittir ki yüzyıllardır bu toprakların gök kubbesinde çınlıyor.
Bölgesel bazda, kültürel alış-verişin olması normaldir, ortak
kullanım da doğal karşılanabilir, taşınma da olabilir. Ancak, aşırı
sahiplenme duyguları ile hareket edildiğinde, insanlar ve toplumlar
tarih önünde zor durumda kalabilirler. Mesuliyeti son derece ağır
olan bu ve benzeri konuların mutlak surette âlimler tarafından
yorumlanması, tanımlanması ve belgelenmesi gerekir.
ŞAMİL KUCUR: Farklı coğrafyalarda ve farklı adlar ile
adlandırılarak icra edilen bu üflemeli saz aynı saz mı dır? Yoksa
benzer yönleri olan farklı bir saz mı dır?
SÜLEYMAN ŞENEL: Form ve teknik yapı yönünden “Mey”, “Duduk”
ve “Balaban/Balaman (=Yassı Balaman / Yastı Balaman) adlandırmaları,
aynı tip sazı ifade etmektedir. Küçük farklılıklar varsa da, bunlar
doğaldır: Gövdenin biraz daha ince / kalın veya uzun / kısa olması
gibi, bir deliğin eksik veya fazla olması gibi, ağaç tercihlerinin,
tınlamalarının hatta repertuarlarının farklılık göstermesi gibi...
ŞAMİL KUCUR: Bu üflemeli sazın tarihçesi ve coğrafi açıdan
kullanım alanı hakkında bilgi verir misiniz?
SÜLEYMAN ŞENEL: Tarih / tarihçe yazmak, öncelikle belgelere
dayalı ve zor bir iş. Bu iş müzik tarihçilerinin işi. Ben müzik
tarihçisi değilim. “Çalgılar” konusu da “Organologların” yani
“Çalgıbilimcilerin” işi. Ben bir “Organolog” da değilim. Bu
sorunuzun cevabını uzmanları vermeli. Sadece bu soru için kitap
yazılır. Ne yazık ki ülkemizde böyle bir kitap da yazılmadı. Sonra,
böylesine bölgesel ve çok kapsamlı konuların tek taraflı
yaklaşımlarla -özellikle milliyetçi yaklaşımlarla
değerlendirilmesinin zaman içinde sakıncaları da oluyor. Yani çok
kapsamlı belge ve karşılaştırma şart. Aksi halde, ortaya konan
sonuç, eğer bir kasıt taşımıyor ise, daha ziyade bir “tespit”
özelliğinden öteye gidemiyor.
Diğer yandan, bu kamışlı çalgı, yurdumuzun Doğu ve Kuzey-Doğu
Anadolu bölgesinde rastlanan bir çalgı. Kafkas bölgesinde:
Azerbaycan’da, İran’da, Dağıstan’da, Gürcistan’da, Ermenistan’da ve
hatta Hazar ötesinde, sözgelimi Özbekistan’da bile yaygınlığı var.
Hatta uzak doğuda benzerlerine rastlıyoruz. Böyle düşünüldüğünde,
ülkemize geliş yönü hakkında bir fikir ileri sürülebilir. Tarihin
akışı içerisinde Anadolu topraklarına gelmiş, göç etmiş bir çalgı
olarak düşünmemiz de mümkündür. Ama kim bilir, belki günün birinde
ele geçecek yazılı bir tarihi belge, bir arkeolojik belge bu
çalgının Anadolu’da milattan önce bilmem kaçıncı yüzyılda da
varolduğunu ispatlayacak.
Bir başka yönden ise, bu çalgının nasıl adlandırıldığının fazlaca
bir önemi de yok. Çalgı adlandırmalarının etimolojilerini ortaya
koymak da, çalgıların milliyetlerini açıklayan bir ipucu olamaz her
zaman. Yani, çalgıların form ve teknik yapıları, donanımları ve
seslenme biçimleri, onların nasıl adlandırıldığından daha önemli.
Burada organologların genel bir kanısına değinmek isterim.
Organologlar: “Tarih boyunca, insanla beraber en çok göç eden,
dünyaya yayılan ve kültürlerarası kullanım aracı olabilen etnografik
eşyaların başında çalgılar gelir” diyor. Bu bağlamda, çalgıların
hangi toplum tarafından yoğun olarak benimsenip kullanıldığının da,
yazılı tarihi kayıtların / belgelerin de göz önünde bulundurulması
lazım.
ŞAMİL KUCUR: Türk musikisindeki yeri ve önemine değinmek
gerekirse...
SÜLEYMAN ŞENEL: Biz, topu topu bir oktav kadar bir ses
sahasına sahip olan, ancak; insanın bağrını ezen yanık sesli bu
çalgıyı, gerek kendine özgü repertuarı ile ve gerekse profesyonel
anlamda her tür eserin seslendirilmesinde kullanıyor ve 1930’lu
yıllardan bu yana da bilhassa radyo yayınları, plaklar / kasetler
yoluyla zevkle dinliyoruz. Bugün bu çalgının seslendirdiği
eserlerden oluşan onlarca plak, kaset ve compact disk de yayınlanmış
durumda. Bundan yetmiş altı yıl önce başlayan ve sahada yapılan
resmi ve özel derleme gezilerinde, mesela Erzurum’da rastlanmış ve
çalgı hakkında sahada elde edilen bilgiler kitaplarda yer almaya
başlamış. Hakkında yayımlanmış onlarca makale var. Sadece çalan
değil, aynı zamanda imâl eden ustaları da pek çok. Adı, Evliya
Çelebi Seyahatnamesi'nde de geçiyor, Marağalı Abdülkadir’in “Makâsıdu’l Elhan” adlı eserlerinde de... Günümüzde, yaygın olduğu
bölgelerde usta-çırak iliskisi içinde ve ayrıca eğitim kurumlarında
-özellikle de Türk Musikisi Devlet Konservatuarları’nda- eğitim ve
öğretimi de yapılıyor. Sanatçılar yetiştiriliyor. Metotları var.
Bugün gelinen noktada, Türk müzik sanayiinin vazgeçemeyeceği
çalgılardan biridir bu çalgı. Farklı tonlarda, farklı ebatları
üretildi, standartları belirlendi ve uzun yıllar önce bir orkestra
çalgısı hüviyetine dönüştürüldü. Hatta, ülkemizde bir oktav
civarında olan ses sahasını genişletmeye dönük teknik çalışmalar da
yapıldı ve halkımız bu çalgıyı çok seviyor.
ŞAMİL KUCUR: Azerbaycan'da bu sazın kullanım alanı nedir?
Virtüozları var mı?
SÜLEYMAN ŞENEL: Bir çalgının virtüozu olabilmek ve bundan söz
edebilmek için, öncelikle eğitim ve profesyonellik boyutuna bakmak
lazım. Bir halk çalgısının virtüozu olmaktan söz edebiliyorsak, söz
konusu çalgının kendine has yöresel repertuarı ve uygulamaları
dışında profesyonel anlamda özel bir repertuarının da olması,
bestekarların besteleme sahasında yer alabilmesi, orkestralama
içinde görev yüklenilebilmesi ve bütün teknik gelişim,
standardizasyon ve notasyon sorunlarının çözülmüş olması gerekir. Ve
en önemlisi, hem çalgının ve hem de çalgıcının eğitim-öğretim
metodolojisi çerçevesinde yerinin belirlenmiş olması gerekir.. Bu
bağlamda; Azerbaycan’da, “balaban/balaman” sazının halk sanatkarı
tipinde çok sayıda icracıları olduğu gibi, çok sayıda profesyonel
sanatçıları da mevcuttur. Behrur Zeynalov, Alekber Askerov, Hasret
Hüseynov, Abış Abışov hatırlayabildiğim isimler. Bu çalgının metodu
da vardır ve orkestra içindeki yeri de belirlidir. Raks havalarında
da, aşık sanatında da, bir senfonik orkestra içinde de, bir halk
çalgıları orkestrası içinde de ve popüler müzik hayatında da sıkça
kullanılıyor.
ŞAMİL KUCUR: Ülkemizde mey sazının icra alanı ve Binali
Selman'dan başka geçmişten günümüze bu sazı icra eden isimler?
SÜLEYMAN ŞENEL: Türkiye’de durum bu kadar parlak olmasa da “Mey”
çalgısının halk sanatçısı ve profesyonel sanatçı tipinde icracıları
var. Bayburtlu Binali Selman başta olmak üzere, ağabeyi Yaşar
Selman, Şavşatlı Cevri Altıntaş, Erzurumlu Ağa Keskin, Ağa Taşdan,
Müslim Abay, Musa Uzun, Şehâbettin Tekin, Suat Isıklı, Halil İbrahim
Balkan, Arif Sağ; Eğinli Mustafa Özgül, Kültür Bakanlığı Ankara
Devlet Türk Halk Müziği sanatçılarından Fatih Erenler ve Adil
Çelebi; İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Türk Halk Müziği
Topluluğu Sanatçılarından İsmail Güzel; TRT İstanbul Radyosu
sanatçılarından Yaşar Taner, Ağa Taşdan’ın torunu Zafer Taşdan; TRT
İzmir Radyosu sanatçılarından Kemal Kırmızı, TRT Ankara Radyosu
sanatçılarından Hüseyin Geçer ve eşi öğrencimiz Zeynep Ayvaz Geçer,
TRT Erzurum Radyosu sanatçılarından Bayram Şengül, Binali Selman'ın
çocukları Mahir ve Deniz Selman (Kültür Bakanlığı İstanbul Modern
Folk Müzik Topluluğu sanatçısı), Kültür Bakanlığı Tarihi Türk Müziği
Topluluğu sanatçılarından Ünal Yörük... Ayrıca, Sinan Çelik, Dursun
Kement, Ertan Tekin, Erol Parlak ve Cebrail Kalın gibi sanatçı
arkadaşlarımızın isimlerini de saymak mümkün.
İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı sanatçı öğretim görevlisi Ali
Yılmaz, Binali Selman'dan el almış olarak yıllardır öğrencilerine
“Mey” öğretiyor. Songül Ata da aynı kurumda mey dersleri veriyor ve
bir mey metodu var.
Ayhan (Kahraman) Usta ve Ali Rıza [Acar] Usta, bu çalgının imalini
İstanbul'da yapan çok sayıdaki lûtiyeden sadece ikisi.
ŞAMİL KUCUR: Görünen o ki özellikle basın organlarında yer alan
bilgilerin büyük bir kısmı bilgisizlikten ve bilinçsizce yapılan
yayıncılık anlayışından kaynaklanıyor?.
SÜLEYMAN ŞENEL: Türk kültür hayatının ürünlerini,
zenginliğini ortaya koyacak yayınların yeterince yapılamamış
olmasının da bunda payı var. Bu bağlamda, kültürel potansiyelin
ortaya çıkarılmasında bilim ve sanat adamlarına büyük görevler
düşüyor. Tabii, devletin kültür politikalarının bu eksikliği
giderecek ölçüde belirgin ve destek verici olması da, bilim ve sanat
kurumlarının kaderine terk edilmeden desteklenmesi de şart.
ŞAMİL KUCUR: Duduk ve diğer bazı sazların kökeni, kullanım alanı
ve tanıtım şekillerinin tartışılmasının yanı sıra; tartışılan önemli
bir konu da; ilk gösteriminden bugüne, üzerinde tarihi ve politik
nedenlerle tartışmaların süregeldiği “Salkım Hanımın Taneleri”
filminde “Sarı Gelin” adlı türkünün Ermenice olarak söylenmesi...
Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan'da sevilerek dinlenen bu türkü
hakkında, Türkiye'deki tartışmaları ve yaklaşımları nasıl
değerlendiriyorsunuz?
SÜLEYMAN ŞENEL: Öncelikle şunu kabul etmeliyiz ki; çalgılar
gibi, müzik eserleri de: çoğunlukla ezgi, oyun tipi, güfte; güfte
içinde bir nakarat, bir söz, tema ya da herhangi bir şey; kısaca
müzikal yaklaşım içerisinde yer alabilecek her şey, bugünün siyasi
sınırlarını göz önünde bulundurursak söylemek gerekirse birkaç
ülkeyi içine alabilecek büyük bir sahada, farklı şekil ve
kuruluşlarda karşımıza çıkabilir. “Sarı Gelin” türküsü bunlardan
biri. Yurdumuzda, kulaktan kulağa yayılan bir ezginin değişik
sözlerle karşımıza çıkması nasıl doğal ise, güzel Anadolu
topraklarında okunan bir türkünün, başka dilde döşenmiş bir başka
güfte/güfteler ile ve sınır ötesinde, uzak diyarlarda karşımıza
çıkması da o kadar doğaldır. Kültürlerarası etkileşim,
kültürlerarası taşınma meselesi.
ŞAMİL KUCUR: Kültür ve sanat unsurları politik amaçlar için
kullanılmak mı isteniyor?
SÜLEYMAN ŞENEL: Kültür-sanat değerlerini siyasi sınırlar içine
alabilmek mümkün olamıyor. Kültür değerleri, sınır tanımıyor.
Türkülerimiz de sınır tanımayan kültür varlıklarımız. Politik
amaçlar için kullanmak söz konusu olsa da onların varlığı ve varoluş
sebepleri kimi zaman istenen amaca hizmet etmeyebilir. Eğer Sarı
Gelin türküsünü düşünerek bu soruyu sorduysanız, hemen belirteyim,
bu türkü az önce belirttiğim düşüncelere çok uygun düşecek güzel bir
örnek. Zira, söz konusu ezgi ya da güftenin aslının, doğrusunun ne
olduğu, kime ait olduğu ya da neyi anlattığı konusu, son derece
karmaşık bir konu. Cevabını her zaman ve doğru olarak
bulabileceğimiz bir örnek değil bu eser. Buna karşılık, söz konusu
ezgi ve güftelerin ve çeşitlemelerinin herhangi bir zaman dilimi
içerisinde tespit edilmiş olmasının, cevabını aradığımız sorudan çok
daha değerli bir yanı var. Doğru olan ise, bilge insanların
yaklaşımı ile ve çok yönlü olarak konuyu irdeleyerek kamuya mal
etmek. Varsa problemi gidermeye çalışmaktır.
Şimdi biz başka bir pencereden bakalım... 60-70 yıldır yurdumuzun
her köşesinde yayılmış bulunan, topluma mal olan bu türkünün:
Erzurumluların, Karslıların, ülkemizin bilhassa Kuzey -Doğu Anadolu
Bölgesinde yaşayan Kafkas göçmenlerinin büyük bir coşku ile
geleneklerinde yaşattığı, söylediği hatta oynadığı bir milli kültür
parçasının; Tiflis’de de, Erivan’da da, Nahçıvan’da da, Laçin’de de,
Kazak’da da ya da Bakü’de de söyleniyor olması, üstelik farklı bir
güfte ile ve farklı bir tavır ve üslupta, hatta farklı bir ritimde
söyleniyor olması ve bunun bir iddia malzemesine dönüştürülmesi neyi
ispatlar?. Eserin milliyetini mi? Etnik kimliğini mi? Türk kimliği
taşımadığını mı?. Bence bu konuda anlamsız bir abartı ve saptırma
söz konusu. Her şeyden evvel bu durumu, içinde yaşadığımız bölgenin
bir kültürel zenginliği olarak görmeliyiz. Biz kendi açımızdan,
başkaları da kendi açısında konuya yaklaşarak araştırmalarını ortaya
koyduğunda, çözüme ulaşmak daha kolay olacaktır. Bu ve benzeri
konularda yeni malzemelere ulaşmak da her zaman mümkündür.
ŞAMİL KUCUR: Sarı Gelin adlı türkü hakkında kaynaklarda bizde ne tür
bilgiler yer almaktadır?
SÜLEYMAN ŞENEL: Öncelikle belirteyim ki bendeniz, Sarı Gelin
türküsünün, halk ağzında şekillenerek yaygınlaşmış musikili bir halk
hikayesinden koptuğunu düşünüyorum. “Şeyh Sen’an”, “Şeyh San’an”,
“Şeyh San’ân”, “Şeyh-i San’an”, “Şeyh-i San’ân” “Şeyh-i Senânî” veya
“ Şeyh-i Sanânî”. gibi adlarla ve söyleyişlerle anılan ya da
kaynaklarda yer alan bir olay kahramanının adına bağlı bir halk
hikayesinden koptuğunu düşünüyorum. San’an diyârından bir Şeyh,
San’an’lı bir Şeyh: San’anî... Şeyh-i San’an... Ya da isterseniz biz
olay kahramanının farklı anılan isimleri yerine, İstanbul ağzıyla
ortalama olarak “Şeyh Sinan” diyelim. Tipik bir epizodik musiki
örneği bu Sarı Gelin türküsü. Anlatıya dayalı musıkili bir türkü.
Zaman içinde bir hikayeden kopmuş ya da hikayesi unutulmuş olan
yüzlerce türkü örneği var repertuarlarımızda Sarı Gelin türküsü
gibi. Türkünün bilinen güfteleri dikkatli incelenirse, bir halk
hikayesinden koptuğu ve halk ağzında kısmen değişerek anonimleştiği
kolayca anlaşılabilir. Kaldı ki bu halk hikayesinin izlerine ve
anlatıcılarına günümüzde de rastlanabiliyor. Eski ve yeni tespitleri
yapılmış.
Sözgelimi, Prof. Dr. Pertev Naili Boratav, Halk Hikayeleri ve Halk
Hikayeciliği, kitabında, Şeyh San’an hikayesini, “Doğu Anadolu’da
Söylenmekte Olup Henüz Derlenmemiş Hikayeler” başlığı altında
gösterirken [Ankara, 1946, M.E.Basımevi, s.28]; Âşık Şeref Taşlıova,
“Kars’ta Aşıklık Geleneği ve Halk Hikayeleri” başlıklı bir
bildirisinde, Âşık Kasım ve Âşık Gülistan’ın çırağı, 1922 doğumlu
Âşık Murat Yıldız (Karahanlı)’ın “Şeyh-i Senan ve İbâre Sultan”;
yine Âşık Gülistan’ın çırakları, 1932 doğumlu Âşık İlhami Demir ve
1940 doğumlu Âşık Murat Çobanoğlu’nun “Şeyh Senan” ve “Şeyh-i Senânî”
adları ile bu hikayeyi bildiklerini söylüyor. Yine Âşık Şeref
Taşlıova, bir görüşmemizde Soskirtli Âşık Mehmet ve 1930 doğumlu
Âşık Şevki Halıcı’nın da Şeyh Senân Hikâyesi’ni anlattığını
söylemişti. TDK Türk Dünyası Destanlarının Tespiti ve Yayımlanması
Projesi çerçevesinde Prof. Dr. Fikret Türkmen ve Doç. Dr. Mustafa Cemiloğlu’nun 1999 yılında, bu musikili hikayeyi Âşık Şevki
Halıcı’dan derlemiş olduklarını da biliyoruz. Ayrıca, başka
araştırmacılar da, bu hikayeyi farklı hikaye anlatıcılarından
derlemiş olmalı. Bunlar zamanla ortaya çıkacak.
Bunun yanında, Cumhuriyet döneminde, bu hikaye ve hikayenin
dayandığı tema konusunda yayımlanmış pek çok yazı olduğunu da
biliyoruz. Ne yazık ki kimilerinin temaları birbirine az-çok
benzeyen motifler içeriyor, kimileri ise, çoğunluğun taşıdığı ana
tema ve motiflerle benzerlik göstermeyip büyük ölçüde değişime
uğramış.
Sözgelimi Prof. Dr. Fahrettin Kırzıoğlu, Kars ve Pasinler’de
rastlanan “Şeyh San’ân ile Sarı Kız” efsanesinde, Abdülkadir Geylânî
Hazretlerinin arkadaşı, 40 mürîd başı Şeyh San’ân’ın, Çoruh’un sağ
kollarından “Penek” [Oğuznamelere göre: “Ban Hisarı”; Gürcü
metinlerinde: “Bana”; XVI.y.y Osmanlı kaynaklarında “Banak (Panak)”
suyu üzerindeki “Nefs-i Penek (Asıl, merkez Penek)” şehrinin Cınıvız
Kralının Sarı kızına âşık olduğunu; dilek ve dua ile Sarı Kız’ı
Müslüman ettiğini ve bu kızla kaçarken, arkadan yetişen Penek
Kralı’nın ordusuyla vuruşa vuruşa, Allahüekber dağı'na çıkıp tepeye
yakın yerde 40 mürîd ve Sarı Kız’la birlikte şehit düştüğünü;
ayrıca, kendilerine yardım eden Ayı Baba’nın da bu savaşta Penek
Kralı’nın askerleri eliyle öldürüldüğünü anlatıyor. Anlatı içinde
Şeyh Sen’ân ve Sarı Kız’ın ağzından şiirler de (muhtemelen ezgili
şiirler) var. Bu olay, bazı kaynaklarda, Allahüekber dağı’nın adı
üzerindeki bir efsaneye de dayandırılıyor [Bkz.: Ülkü, C.3, S.27,
s.17-18].
Bu türkü ve efsânenin Kars köylerinde söylenen başka bir varyantını,
tarihçi Ahmet Refik [Altınay] Bey de derlemiş. Efsâne, yazarın
“Kafkas Yollarında- Hatıralar ve Tahassüsler” adlı kitabında geçiyor
[İstanbul, 1919, s. 61-62]. Ahmet Refik Bey, efsaneyi şöyle
özetliyor:
“Bir Türk delikanlısı, köyünde yaşayan bir Hıristiyan kızını
seviyor. Sabahları tarlaya giderken peşinden ayrılmıyor. Akşamları
sürüleri ağıllarına dönerken sevgilisinin hüsnünü seyrederek ruhunun
ateşini teskin etmeye çalışıyor. Fikren, hissen o derecede meşgul
oluyor ki nihayet sevdiğinin taptığı haç’ı görmek istiyor ve bir
Pazar sabahı kalkıp kiliseye gidiyor. Bir köşeye çekiliyor,
sevgilisinin taptığı haçı, kilisede yapılan ayini seyrediyor”.
Türküsü de şöyle:
Vardım kilisesine baktım haçına
Mail oldum bölük pörçük saçına
Kız seni götürem İslâm içine
Vay Sinan ölsün Sarı Gelin”
Vardım kilisesine kandiller yanar
Kıranta Keşişler pervâne döner
Tersa sevmiş deyin el beni kınar
Vay Sinan ölsün Sarı Gelin
Seni saran neyler dünya malın
Prof. Dr. Fahrettin Kırzıoğlu, “Kars Tarihi” kitabında, Sarı Gelin
türküsünün Azerbaycanlılar ile Kür boyunda yaşayan Terekemeler
arasında yaygın olduğu ve Şeyh San’ân efsanesinde yer aldığı yönünde
şu bilgiyi de veriyor [C.1, İstanbul, 1953, s.381]:
“Arabistan’dan gelen Müslüman din adamlarının başında bulunan Şeyh
San’ân/Sanan, Tiflis kıralı Davit’le buranın ahalisini müslüman
etmeye çalışıyor. Bu arada onun Khumar Khanım (Humar Hanım) adlı çok
güzel kızına âşık oluyor. Kraldan kızını alabilmek için, onun her
dediğini yapıyor. Kur’ân-ı Kerîm’i yakıyor, haç takıyor, kiliseye
gidiyor...Bunun böyle sapıtıp melânet işler yaptığına üzülen
arkadaşları, ona darılarak Arabistan’a dönüp pîrlerine San’ân’ı
şikayet edip yaptıklarını anlatıyorlar. Şeyh San’ân, yedi yıl sonra
Müslüman edip anlaşarak birlikte İslam ülkelerine kaçmaya karar
verdiği Khumar Khanım’ın elinden tutarak savuşuyor. Bunu haber alan
Davit’in adamları arkadan yetişince, bunalan iki aşığın dileğiyle
yer yarılıp bir kapı açılıyor. Bunlar da içine girip kayboluyorlar.
Fakat, bunların içine girdikleri yerden kaynar sular fışkırıyor ve
şimdiye değin akıyor. Kızına ve yaptıklarına üzülen Kral Davit de bu
suyun üzerine Aziz Davit Kilisesi’ni yaptırıyor”.
Kırzıoğlu’nun verdiği bu anlatıya çok benzeyen başka Kafkas kökenli
anlatılar da var. Çeşitli seyahatnamelerde ve hatırat cinsinden
yayımlanmış birkaç kaynakta da Şeyh San’an ve maşukası hakkında
küçük notlara rastlanabiliyor.
Tabii, konu öncelikle edebiyatçı dostlarımızı ilgilendirdiği için,
bu örnekleri çoğaltmayı burada çok da gerekli görmüyorum.
ŞAMİL KUCUR: Bu derece eski kaynaklara dayandırılabilmesine
karşılık, ülkemizdeki tartışmaların tamamen yüzeysel olarak
yapıldığı görülüyor. Daha başka eski kaynak eserlerde de bu türkü
ile ilgili bilgiler mevcut mudur?
SÜLEYMAN ŞENEL: Bence türkünün varlığını, asırlar ötesine götürme
imkanı yok. Ezgi yapısının analizi ile de türkünün kaçıncı yüzyılın
mirası olduğunu anlayabilmemiz hemen hemen imkansız. Eskilerin,
“inşâd” yöntemiyle, yani söz döşeme yöntemiyle bu parçayı meydana
getirmiş olabileceklerini göz önünde bulundurursak, iyimser bir
tahminle 18.-19. yüzyıl toplum hafızasından günümüze bir hatıra
olabileceğini tahmin edebiliriz ki, bu sadece bir tahmin olur. Buna
karşılık, güfte yapısı ile birlikte bu türkünün dayandığını
düşündüğüm musıkili/musıkisiz anlatı örneğinin göz önünde
bulundurulması çok daha önemli geliyor bana.
Bu yönü ile değerlendirildiğinde, Şeyh San’an hikayesinin çok eskiye
ait yazılı kaynaklarının olduğunu söyleyebilirim. Yazılı belge
başka, sözlü anlatı başka. Zira, biraz evvel sözünü ettiğim
anlatıların büyük çoğunluğu, Cumhuriyet döneminde veya Osmanlı’nın
son dönemlerinde halk ağzından tespit edilmiş ya da yazıya
geçirilmiş. Bu sözlü anlatıların da bana göre, çeşitli yüzyıllara
ait yazma eserlerde rastlanan Şeyh-i San’ân
Kıssası/Efsânesi/Hikâyesi’ne dayanan yönleri var. Ve, bunların
varlığını ortaya koyan yazılı belgeler, 12.-13. yüzyıla kadar
uzanıyor. Yani en az 700 küsur yıllık yazılı belgeleri olan bir
kültürel anlatı mirası bu.
Sözgelimi, 12. yüzyılın ikinci yarısıyla, 13. yüzyılın ilk
yıllarında yaşayan Ferideddin-i Attar’ın Mantık Al Tayr (Mantıku’t-tayr)
adlı mesnevisinde, “Şeyh-i San’an Hikâyesi” başlığı ile yer almakta
bu anlatı [Çeviren: Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, 1990, MEB
Yayınları, 2. Baskı, s.97-127].
Yine, 13. yüzyıl sonu, 14. yüzyıl başlarında yaşadığı bilinen
mutasavvıf şair Gülşehrî’nin, Feleknâme adlı eserinde de, Dasitan-ı Abdürrezzak faslında tesadüf ediliyor bu kıssaya. Ayrıca, 14.
yüzyılın ikinci yarısı başlarında yazılan Sadi’nin Ferhenkname’sinde
de [Bkz. Ferhenkname-i Sadi Tercümesi (Çeviren: Kilisli Rıfat-Veled
Çelebi), 1340 (M.1924)-1342 (M.1926), s.15]; yine 14. yüzyıl yazma
eserlerinden Hafız Divanı’nda da, Şeyh San’an ile ilgili kısımlara,
telmihlere tesadüf edilmekte [Hafız Divanı (Çeviren: Abdülbaki
Gölpınarlı), İstanbul, 1988, s.57, 672, 673].
Hafız Divanı’nı yayına hazırlayan Abdülbaki Gölpınarlı, ayrıca
tarihte Şeyh-i San’an hakkında kitap yazanlar olduğunu ve Yunus
Emre’nin de bu şeyhten bahsettiğini söyleyerek, söz konusu eserde bu
mensur ve manzum kıssanın bir de özetini veriyor [Hafız Divanı,
a.g.e, s.672-673].
Bunun yanında, Gazzali’nin Tuhfetü’l-Mülük adlı eserinde de Şeyh-i
San’an bahsi bulunduğunu ve Gülşehri gibi, Ali Şir Nevâî’nin de bu
kıssayı şiirlerinde ele aldığını Prof. Dr. İskender Pala’nın
Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü’nden öğreniyoruz.
Abdülbaki Gölpınarlı’nın, 1961 yılında yayımlanan Yunus Emre ve
Tasavvuf adlı kitabının muhtelif sayfalarında da, Şeyh San’an ile
ilgili çeşitli bilgilere ve Yunus Emre’nin Şeyh San’an kıssasına
telmihte bulunduğu manzum metinlere rastlıyoruz. Gölpınarlı, bu
eserinde de, Şeyh San’an kıssasının bir özetini vermiş.
20.yüzyılda, halk ağzından derlenen hikayelerle karşılaştırma yapmak
için, Abdülbaki Bey’in kaleminden, Şeyh San’an kıssasının yazma
eserlerde yer alan mensur ve manzum metinlerinin bir özetini burada
zikretmekte yarar var. Özet şöyle:
<<Cübbe vü hırka taht ü tâc bular verse gerekdür ışka bâc
Dörtyüz mürîd ü elli hac terkeyledi Abdürrazzak [Yunus Emre].
(…). Bu Abdürrazzak, Şeyh San’ân adiyle anılan ve güzel bir aşk
mâcerasının kahramanı bulunan şeyhtir. (…).
Şeyh-i San’ân, zamanının pîridir. Mekke’de dörtyüz dervişiyle tam
elli yıl şeyhlik etmiştir. Bilgisi kadar ibâdeti de vardır. Elliye
yakın haccetmiştir. Birkaç gece birbiri üstüne, Rûm ülkesinde puta
tapmakta olduğunu görür. Dervişlerine, başıma bir iş düştü, Rûm
ülkesine gitmem gerek der, yola çıkar. Dörtyüz dervişi de onunla
beraber yola revan olur. Rûm ülkesine varırlar. Şeyh bir gün bir
Hıristiyan kızını görür, canla gönülle ona âşık olur. Kızın
göründüğü pencereye karşı akşamadek durur. Günlerce, gecelerce bu
hal, böyle sürer gider. Dervişler öğüt verirler, dinlemez. Son-ucu
kız, benim visâlime ermek istersen ya puta secde edersin, ya
Kur’an’ı yakarsın, ya şarap içersin, yahut da îmanından geçersin
der. Şeyh, şarap içmeyi kabul eder. Kız, Şeyh’i meyhaneye götürür,
şarap içirir. Sonra kiliseye götürür. Şeyh sarhoşlukla, aşkla
kendinden geçer, kâfir olur, zünnâr kuşanır, haçı öper, ona secde
eder. Ondan sonra, gene kızın sözüne uyar, bir yıl domuz çobanlığı
yapar. Dervişler, işin gidişini görüp, Mekke’ye dönerler. Şeyh Rûm
ülkesine giderken orda bulunmıyan bir dervişi vardır. Gelince Şeyh’i
bulamamıştır. Dervişlerden Şeyh’in hâlini öğrenince onlara, ne diye
bıraktınız, vefâ bu mudur der. Onlarla beraber Rûm ülkesine gider.
Öbür dervişlerle beraber duâya koyulur. Son-ucu Muhammed
Peygamber’in şefâati imdâdına yetişir. Şeyh, zünnarını çözer, Kız da
bir rüya görür, uyanınca Müslüman olur>>[Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus
Emre ve Tasavvuf, İstanbul, 1961, Remzi Kitabevi, s.90, 150, 151]..
Bu hikayenin kimi değişik motivleri, epizotları olduğunu biliyoruz.
Ancak, Abdülbaki Bey’in dikkat çektiği bir başka hususu da yeri
gelmişken belirtmekte büyük yarar var. O da, Şeyh San’an hikayesinin
çok daha önceden yazılmış olması ihtimali. Bu ihtimale göre,
hikayenin yazım tarihini 12.yüzyılın ilk yarısına kadar gerilere
götürmek söz konusu oluyor. Bu konuda da Abdülbaki Gölpınarlı şöyle
diyor: “
<<Nafahât’ta, hicri 525 ramazanında vefat eden Şeyh Hammad-ı
Dabbâs’ın hal tercümesinden (ölm.1130-1131) bahsedilirken, Şam
bilginlerinden Abdullah’la, İbn-i Sakka ve Abdülkadir-i Giylânî’nin
(ölm.1165-1166), Bağdad’da, zamanın Kutb’unu ziyarete gittikleri
anlatılır. İbn-i Sakka, yolda, ona cevap veremeyeceği bir mesele
sorayım da görsün der. Abdullah, ben de bir murad isteyeceğim,
bakalım ne diyecek, der. Abdülkadir de, Tanrı’ya sığınırım ondan bir
şey istemekten, der. Kutb’la buluşunca Kutb, “İbn-i Sakka’ya,
görüyorum, der, senden bir küfür alevidir, yükseliyor. Abdullah’a,
dünyaya garkolacaksın, edebe riâyet etmedin der. Abdülkadir’i
ağırlayıp yakında der, bu ayağım bütün Tanrı velilerinin boynunda
diyeceksin. Bu olmuş, yahut olmamış olay anlatıldıktan sonra İbn-i
Sakka’nın (halife tarafından elçilikle Rum ülkesine gönderildiği,
Pâdişâhın kızına aşık olup) Hıristiyanlığı kabul ettiği yazılıdır [Lâmiî
Tercümesi, s.588-589]. Şeyh-i San’ân hikâyesinin, bu şeyhin
hikâyesinden meydana gelmiş olması muhtemeldir>>[Abdülbaki
Gölpınarlı, Yunus Emre /Risâlat al-Nushiyye ve Divan, İstanbul,
1965, Eskişehir Turizm ve Tanıtma Derneği Yayını, s.245 ve Yunus
Emre ve Tasavvuf, age., s.151]
Şüphesiz, Aşık San’an hakkında zikredilebilecek daha pek çok kaynak
vardır ve başka kaynaklar da ortaya çıkartılacaktır. Bu konu
öncelikle edebiyat tarihçilerinin ve halk edebiyatı uzmanlarının
konusudur.
Bu tarihi yazılı ve sözlü kaynakların ve varyantların ortaya koyduğu
sonuç oldukça önemli. O da anlatının ve anlatıya dayalı türkünün
yakılmasına neden olan olay. Yani, biri Müslüman, diğeri Hıristiyan
olan iki gencin aşkını anlatıyor bu türkü. Sonu ölümle bittiğine
inanılan bir aşk bu. Galiba halkları en çok etkileyen ve bu kadar
geniş bir sahada yayılmasına sebep olan da bu olay. Nitekim
Aslı-Kerem hikayesi gibi, bilhassa halk hikâyelerinde, halk
destanlarında, halk masallarında, halk efsanelerinde ve kimi anonim
halk müziği ya da âşık müziği örneklerinde “din değiştirme”motifini
çok sık görürüz ki Şeyh Sen’ân ve Sarı Gelin efsânesi de, bu
efsaneye ve motife dayalı olduğu anlaşılan “Sarı Gelin” türküsü de
bu çeşit örneklerden biri. Yani konunun Türk-Ermeni meselesine
getirilmesi ne kadar yanlış. Diğer yönden, anlatının, bilhassa
Kafkasların ve Anadolu’nun İslâmlaşması sürecinden bir hatıra
olduğunu da, asla göz ardı etmemek gerekir.
Bütün bu anlatıları ve kaynaklarda yer alan bilgileri,
çeşitlemeleriyle birlikte bir araya toplayıp ciddi bir karşılaştırma
yapmak lazım. Kaynakları oldukça zengin sayılabilecek
disiplinlerarası bir konu bu. Öncelikle edebiyatçılar tarafından bu
konunun kısa sürede ele alınmasını diliyorum.
ŞAMİL KUCUR: Bugün yaygın olarak bilinen ve dinlenilen Sarı Gelin
türküsünde “Erzurum çarşı pazar” cümlesi yer alırken, Mahmut Ragıp
Gazimihal,
Türk Halk Oyunları Kataloğu’nda bu türkünün bir Bar/Halay
havası olduğunu zikredip, şu güfteyi veriyor [Baskıya Hazırlayanlar:
Nail Tan-Ahmet Çakır, C.II, s.254]:
İravan çarşı pazar
İçinde bir kız gezer
Elinde divit kalem
Dertliye derman yazar
Sarı Gelin Sarı Kız
Ettin ömrüm yarı kız
Türküde “Erzurum çarşı Pazar” yerine, “İravan çarşı Pazar” mısraına
rastlanmasının nedeni nedir?
SÜLEYMAN ŞENEL: İçinde “İrevan” adı geçen başka türküler de var,
mahnılar da... Mesela: “O hal ne haldır” nakaratlı, deyişmeli bir
Azerbaycan el havasında:
“İrevan’da hal galmadı
Şeki’de sultan galmadı”, ya da
“İrevan’da men işlerem
Hencelimi gümüşlerem”, sözleri geçer...
Bu durumu şöyle yorumlayabilmek mümkün: Bir halk hikayesinde, bir
efsânede, bir masalda, bir menkıbede ya da bu anlatılara dayalı
edebî metinlerde ve günlük hayatın bir parçası olmuş türkülerde,
yakın çevrenin bütün unsurları ve bu arada yer adları işlenebilir.
Bir başka yönü ile anlatıcının veya yaratıcının hayâl dünyasında
yapmış olduğu bir seyahati anlatır bu metinler. Diğer yandan gerçeği
de yansıtabilir. Sözgelimi, âşık sanatında bu çok görülür. Aşıklar,
gittikleri, gezdikleri yerleri ve oralarda başlarına gelen olayları
işlerler şiirlerinde. Anlatılarında da... Musannif (=Tasnif yapan)
âşıklar, anlatısı içinde olay kahramanlarını ya da diğer
şahsiyetleri şehirden şehire, köyden köye sürüklerler. Sözgelimi
Köroğlu!.. Bir bakarsınız Çamlıbel’dedir, bir bakarsınız Çanlıbel’de.
Bir bakarsınız Bolu’dadır, bir bakarsınız Tiflis’de, Maraş’da,
Tebriz’de ya da Erivan’da... Geçmiş dönemleri hesaba katarsanız,
sınır tanımayan bir seyahat ve bu kapsamda üretim özgürlüğü vardır
halk sanatında ve yaşantısında. Şehirler, hangi devletin, hangi
hükümdarın, hangi hanlığın hakimiyeti altındadır? Bunların çok da
fazla önemi yok ki yaratıcı için. Bir başka deyişle, yaratıcı kimi
zaman; gidemediği, göremediği ve muhayyilesinde yaşattığı yerleri,
adeta yine hayalhanesinde yarattığı ya da yaşattığı olay
kahramanları ile birlikte gezer. Bu duruma, sanırım dünya edebiyatı
sahasında çok rastlanır. Yine sözgelimi, İstanbul’u hiç görmeyen bir
halk sanatkarı, ürettiği sözlü edebi ürününün içinde kullanabilir bu
efsane şehri. Çok görürüz türkülerimizde... Cihangir Terzi
arkadaşımızın, Erzurum-Şenkaya’dan derlediği bir türküde halk
sanatkarı: “Edirne’den bindik gemiye” diyor. Edirne’de liman yok ki.
Bir Azeri el havasında da “Gederem Semergen’e (Semerkant’a) /
Gayıtmaram (Dönmem) bu gend’e (gend/kent=köy) / Ay gara gözlü ceyran
/ Menden üz dönderende”, kıt’ası yer alır. El havasını yakan kişi
Semerkant’a gerçekten gitmiş midir? Yoksa sevgilisinin yüz
çevirmesinden duyduğu üzüntüyle, uzak yerlere gitmekte mi bulmuştur
çareyi. Ya da sevdiğine, uzak diyarlara gideceğinin mesajını
ileterek ufak yollu bir blöf mü yapıyor? Bunları bilmemiz mümkün
değil... Ama çok kullanılan bir şey bu... Dolayısı ile bir türkü
içinde, Erivan adının geçmesi, Erzurum adının geçmesi, Tiflis adının
geçmesi, Gence’den bahsedilmesi, Dağıstan’dan bahsedilmesi çok
doğal. Adeta, yaratıcının yakınındaki bir köy gibi işlenir uzak
şehirler... Kaldı ki, bu tür yerleşim yerlerinde, farklı
coğrafyalardan göç etmiş, o toprakları mesken tutmuş, kız
almış-vermiş çok sayıda insan da var. İstanbul’da, Anadolu’da Ermeni
vatandaşlarımız olduğu gibi, Erivan’da da, Ermenistan’da da çok
sayıda Türk yaşıyordu, hâlâ da yaşıyor. Yani Erivan’daki bir Türk’ün
Anadolu içinde bir şehrin adını, ürettiği bir eserinde kullanması ne
kadar doğal ise... Bir Ermeni “aşug”un şiirlerinde yakın ve uzak
çevrenin yer adlarını işlemesi ne kadar doğal ise, bir Türk’ün ya da
bir Ermeni’nin Erivan adını zikretmesi de o ölçüde doğal... Zikreden
bir Gürcü de olabilir bir Acem de... Bunlar, kültür varlıklarının
milliyetini tek başına ortaya koyan şeyler değil. Bu ve benzeri
olayları kültürlerin birbirine tesiri olarak yorumlamak mümkün.
Konu hakkında daha detaylı bilgi almak için, Prof. Dr. Fikret
Türkmen’in, “Türk Halk Edebiyatının Ermeni Kültürüne Tesiri” adlı
kitabını öneririm.
Diğer yandan Mahmut Ragıp Gazimihal, zikrettiğiniz Türk Halk
Oyunları Kataloğu’nda, Sarı Gelin türküsünün Ermeniler tarafından da
bilindiğini ve türkü sonlarında “Sarı Gelin sate yâris” nakaratının
seslendirildiğini bildiriyor. Nitekim Yavuz Bingöl’ün seslendirmesi
ile bu çeşitleme de kamuya mal oldu. Hatta Gazimihal, Kars
köylerinden Dikme’de bilinen tekli kadın oyunlarından birinin, “Sarı
Gül” olan adının, “Sarı Gelin” türküsünden alındığını da belirtiyor.
Bu oyunun yakın zamanlara kadar yörede oynandığını biliyoruz. Bu
bilgi çeşitli matbu kaynaklarda da yer alıyor. Bugün de oynayanların
bulunması muhtemel. Sözgelimi, Karslı bir dostumuz olan Dr. İrfan
Çiftçi, 90 yaşının üzerinde olarak yakın bir süre önce vefat eden
babaannesinin, bu “Sarı Gelin” oyununu ağır ağır ve ustaca bir
âhenkle çok güzel oynadığını anlatırdı bana. Ne yazık ki bu oyunu
tespit edemedik. Sahada, bu oyunun bilenlerinin bulunup, hemen
derlenmesi gerekir.
TRT Türk Halk Müziği Repertuarı’nda 615 sıra numaralı ve “Erzurum
çarşı pazar” mısraı ile başlayan türkü de biraz evvel verdiğim
örneklerin bir çeşitlemesidir. Türkü, Hafız Faruk Kaleli’den
derlenmiş. Derleyen ve notaya alan kişi Muzaffer Sarısözen. Ferruh
Arsunar da, Hafız Faruk Kaleli’den aynı türküyü derleyip notaya
almış ve “Erzurum Türküleri” kitabında zikretmiş. Ne var ki bu
türkünün nakaratında “Hop ninen ölsün Sarı Gelin” söyleyişi var.
Azerbaycan varyantında da “nenen ölsün” deyimi geçiyor. Yani
“Sinan ölsün” değil de “Ninen ölsün”. Bize çok önemli
mesajlar veriyor bu nakarat. Bir âşık sevdiğinin annesine
(=ninesine) beddua eder mi? Aşık, maşukası için, kendi canını ortaya
koyuyor, aslında bu metinde. Ve, metinde bir değişim söz konusu.
Eğer, türkünün sözlerinde yakın geçmişe dönük bir değiştirme
yapılmamışsa, zaman içinde bu türkü sözünün halk ağzında söylene
söylene değişime uğradığını düşünmek mümkün. Bunun örneklerine de çok rastlarız
türkülerde ve/veya diğer sözlü kültür ürünlerinde.
ŞAMİL KUCUR: Azerbaycan dediniz de... Sarı Gelin türküsünün,
Azerbaycan'da da hem sözlü hem de melodik olarak icra edildiği
biliniyor. Bu ülkedeki yaklaşım hakkında da bilgi verir misiniz?
SÜLEYMAN ŞENEL: Evet, bu türkü Azerbaycan’da da çok sevilen ve iyi
bilinen yaygın bir türkü. Hem âşık sanatında hem de anonim halk
müziği örnekleri arasında var ve severek okunuyor, dinleniyor. Güfte
ve ahenk biraz değişik olsa da, hep birbirinin çeşitlemesi
konumunda.
Bu türkünün, “Şeyh San’ân” efsanesine dayalı bir epizodik müzik
örneği olduğunu, güfte bize bir kez daha haykırıyor. O büyük ve
geniş sahada, ezgi kalıbının çok yaygın ve güfte giydirmelerinin
zengin olduğunu bir kez daha görüyoruz. Sözgelimi, Azerbaycan’da şu
güfte çok yaygın4:
Saçın uzun örmezler
Gülü sulu(gonçe) dermezler [Sarı Gelin]
Bu sevda ne sevdadır
Seni mene vermezler
Neynim aman aman
Neynim aman aman
Sarı Gelin
Bu derenin uzunu
Çoban gaytar_5 guzunu [guzunu]
Ne olla bir gün görrem
Nazlı yarım yüzünü
Neynim aman aman
Neynim aman aman
Sarı Gelin
Bu sevda ne sevdadır
Seni mene vermezler
Neynim aman aman
Neynim aman aman
Sarı Gelin
Seni mene vermezler
Ay nenen ölsün Sarı Gelin aman
Neynim aman aman
Neynim aman aman
Sarı Gelin
Buna karşın, halk efsanelerine, hikayelerine, destanlarına büyük
değer veren Azerbaycanlı aydınlar arasında da bu efsane ve türkü iyi
biliniyor. Azerbaycanlı büyük şair Hüseyin Cavid’in, “Şeyh Sen’an”
adlı manzum bir piyesi var ki bu piyesin, halk ağzında anlatılan
tema üzerine kurgulanmış olduğu söyleniyor kaynaklarda. Çok da ilgi
görmüş. Ve, Azerbaycanlı dahi bestekar Üzeyir Hacıbeyli’nin “Leyla
ile Mecnun” operasından sonra bestelediği ikinci operası da, beş
perdelik “Şeyh Sen'an” operasıdır. Bu opera ilk kez 30 Kasım 1909
[13 Aralık 1909]’da Bakü’de sahnelenmiş. “Şeyh Sen’an” operasının
librettosu da, bu halk destanından esinlenilerek ve Hüseyin Cavid’in
“Şeyh Sen’an” manzum piyesi üzerine bizzat Üzeyir Hacıbeyli
tarafından yazılmış.
Ancak, Azerbaycanlı dostum Doç. Dr. Fettah Halıkzâde’nin bana
bildirdiğine göre: “Şeyh Sen’an” operası, halk tarafından
anlaşılamadığı için ya da başka bir sebeple bizzat Hacıbeyli
tarafından imhâ edilmiş. Buna karşılık, parçaları başka başka
eserlerde kullanılmış. Fettah Bey, bu bilgileri, Üzeyir Bey’in uzun
yıllar yakınında olan ve ömrünün son yıllarında “Üzeyir Hacıbeyov Ev
Müzesi” Direktörlüğü yapan Ramazan Halilov’dan işittiğini söylüyor.
Ramazan Halilov’u 1990 yılında ben de tanıdım. 90 yaşının üzerinde
idi ve bana söylediğine göre Üzeyir Bey’in hayattaki tek
akrabasıydı. İşte Şeyh Sen’an Operanın librettosu Ramazan Halilov’un
şahsi arşivinde veya oğlu Rüfet Bey’de kalmış.
Bu arada şunu da belirtmek isterim ki bir süre önce, librettonun
akıbeti hakkında bilgi almak için Bakü’deki dostlarımla görüşüp,
Rüfet Bey’den bu librettonun temin edilmesini rica etmiştim. Şu ana
kadar bu librettoya ulaşmak mümkün olamadı. Ricam üzerine Rüfet Bey
ile bağlantıya geçen Üzeyir Hacıbeyov Ev Müzesi’nin bugünkü
direktörü dostum Müzikolog Saadet Karabağlı’ya, librettoyu bulması
halinde Müzeye bağışlayacağı sözünü vermiş Rüfet Bey. Saadet Hanım,
bunun yanında Hüseyin Cavid’in “Şeyh Sen’an” manzum piyesini de,
kızından temin ederek bana göndermek lütfunda bulundu. Kendilerine
teşekkür borçluyum. Hüseyin Cavid Bey’in piyesini tabii büyük bir
heyecanla hemen okudum ve yukarıda Prof. Dr. Fahrettin Kırzıoğlu’nun
Kars Tarihi kitabında yayımlanmış olan ve biraz önce arz ettiğim
“Şeyh Sen’an Efsanesi” ve çeşitlemeleri ile büyük bir benzerlik
gösterdiğini fark ettim bu piyesin. Gölpınarlı’nın yazma
kaynaklardan aktardığı bilgi ve belgelerle de büyük ölçüde uyuşuyor.
Buna göre sözgelimi Hüseyin Cavid ve Fahrettin Kırzıoğlu’nun ortak
kaynakları, Kafkas halklarının ağzında yer alan yakın dönem
kaynaklarına dayalı anlatılar mı? Bu, sorgulanması gereken bir konu.
Ancak, bana göre, Hüseyin Cavid’in yararlandığı kaynak, halk ağzı
sözlü anlatımlardan ziyade, bir veya birden çok yazılı belgeye
dayanıyor. Yine, az önce belirttiğim yazılı tarihi belgeler olabilir
bunlar. Zira, piyeste, Şeyh Sen’an dışında kalan olay
kahramanlarından bir kısmının/veya tamamının adı, yazar tarafından
sonrada verilmiş gibi. Ve, yukarıda adlarını ve içeriklerini kısaca
vermeye çalıştığım 11.-12. yüzyıldan, 15. yüzyıla kadar uzanan
tarihi yazma eserlere dayanıyor. Bu çerçevede, konunun daha iyi
anlaşılabilmesi için, Azerbaycanlı edebiyat/musıki
araştırmacılarının ve komşu ülkelere mensup araştırmacıların, bu
konuda halk ağzından musikili/musıkisiz örnekleri/anlatıları tespit
edip etmediklerini bilmenin de önemi ortaya çıkıyor. Bunun çok büyük
yararı olacak. Umarım, bu kaynaklar da yakın zamanda yayınlanarak
bizlerin istifadesine sunulur.
ŞAMİL KUCUR: Kültür Bakanlığı, üniversiteler, dernekler, radyo,
televizyon, yazılı basın ile Türkiye'deki müzik tarihçilerinin
çalışmalarını ve bu tür konulara bakışını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
SÜLEYMAN ŞENEL: Bu sorunuza üzülerek söyleyeyim, cevap
veremeyeceğim. Zira, adı geçen bu kurum ve şahısların -tek-tük cılız
söylemleri /yazıları dışında- genellikle bir harekete rastlanmıyor.
Bu çerçevede yorum yapmak da zor. Yani Türkiye'de kültür-sanat
hayatının gündemini, politikalarını, uygulamalarını tartışmaya açan,
değerlendiren bir kurum yok ki.
Büyük bir ihmal ve umursamazlık içerisindeyiz. Zaten, müzik
araştırmaları, müzik yayıncılığı, müzik teknolojisi ve müzik
kültürümüzün her yönü ile dünyaya tanıtımı yönünden gerilerde
olduğumuz aşikardır. Bir de ülkemizde, kurumsallaşma, bilim-sanat
adamlarının yetiştirilmesi (eğitim-öğretim), arşivcilik ve hatta
çalgı müzeciliği yönünden yanlış ve yetersiz kültür-sanat
politikalarının uygulanması ile geri bırakılmışlığımızı,
vurdumduymazlığımızı da düşünürsek, bırakın dünyaya açılımı ve
tanıtımı, işte çok açık bir şekilde görülüyor ki kendi halkımızın
bilgilendirilmesini bile başaramamış durumlara, aciz durumlara
düşebiliyoruz. Henüz almamız gereken çok yol var.
ŞAMİL KUCUR: Daha da aciz durumlara düşmemek ya da halihazır
durumdan kurtulabilmek için neler yapılmalı?
SÜLEYMAN ŞENEL: İçimizde ve dışımızda gelişen olaylara
bakışlarımızda daha duyarlı, daha hoşgörülü; bilgiye ve emeğe daha
saygılı, milli, manevi ve kültürel değerlere bugünkünden daha çok
önem veren uyanık bir toplum olma konusunda sıkıntılarımız var. Daha
çok okuyan, gelişmeleri daha sağlıklı kriterlerle yargılayan ve
mutlak surette her türlü belgeye önem veren bir toplum olma
konusunda sıkıntılarımız var.
Burada ilim ve sanat adamlarımıza da, kültür politikalarını
yönlendiren devlet adamlarımıza da büyük görevler düşüyor. Ben
sağlıklı geleceği, eğitimde görüyorum. Ve inanıyorum ki, bilinçli ve
iyi yönlendirilmiş gençlerle gelecek bugünkünden daha iyi olacak.
ŞAMİL KUCUR: Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederim.
SÜLEYMAN ŞENEL: Ben de özenle hazırladığınız sorularınız için
teşekkür ederim.
|