"Türkü tanımak için, türkü dinlemek gerek." Şemsi Yastıman'a
ait olan ve bir milleti anlamanın en kısa yolunun tarif edildiği
bu söz, gerçekten birçok düşünceyi barındırıyor içinde... "Türkü"
kavramı burada "kültürel kimliğimiz"e nasıl ulaşılacağının yolunu
gösteriyor.
Daha açık bir ifadeyle: Bir milleti anlamanın, tanımanın yolu, o
milletin kültürel bakış açısını öğrenmekle olur. Bu ise, o
milletin kültürel değerlerinin neler olduğunu bilmekle mümkündür
ancak... O zaman anlayabiliriz o kültürün içinden gelen kişinin
sergilediği davranışların altında yatan gerçek sebepleri... Çünkü
insanı tanımak zordur. Bu zorluğu aşmak çaba ister, çalışma ister,
sabır ve tahammül ister. Onun için de, "Dağların taşların kabul
etmediği emaneti üstlenen" garip, çelişkili, bazen aklının, bazen
hislerinin emrindeki "insan"ı çözümlemenin pek fazla taliplisi
yoktur.
Bu anlamda çevremizi, yaşadığımız yeri ve burada yaşayan insanları
gerçek manâda tanıdığımız söylenemez. Zira "tanıma" gibi bir
çabanın içinde olanlar parmakla gösterilecek kadar az. Sadece
gördüklerimizle yetinerek de bu işin altından kalkamayız. Meselâ;
asırlardır " vatan" tuttuğumuz bu toprakları ne derece tanıyoruz?
Tarihi geçmişine, kültürel kimliğine ne derece vâkıfız? Adetleri,
gelenekleri, görenekleri, şarkıları, türküleri, kısaca folklorik
değerleri hakkında neler biliyoruz?
Türküleri dedik... Acaba kaçımız bir türküyü baştan sona
söyleyebiliriz? Ya da sözlerini bilebiliriz. Peki o halde,
dışarıda bir yerde mahallî kimliğimizi nasıl ispatlayacağız
yöremize ait bir tek türküyü bile tam olarak bilmiyorsak...
Türkü deyip geçmeyin... Arada bir de olsa, eski insanları anarak,
artık bu vasıfları taşıyanların olmadığından ya da çok
azaldığından şikâyet ederiz. Peki; dağıyla, ovasıyla, sokağıyla,
çarşısıyla türkülerde yaşayan şehirlerimiz, kendine özgü
renklerini niçin bu kadar çabuk kaybetti? Bu iş olup biterken,
konuya sahip çıkması gereken insanlar neredeydi ve bugün
neredeler? Bu sorular sorulmalı ve cevapları aranmalıdır.
Meselâ bugün hayatta olmayanlardan, derledikleri türküler ve
besteledikleri şarkılarla musikî dünyamıza eşsiz eserler
kazandıran Kaleli Hafız'ın, Kemanî Haydar Telhüner'in, Seyfettin
Sığmaz'ın ve daha nicelerinin adını şimdiki nesilden kaç kişi
duymuştur ya da onlarla ilgili ne bilmektedir? Onlar şimdi,
kabirlerinde, vefadan uzak (isimlerini, türkü ve şarkı
anonslarında dile getirmek, bu uzaklığı bir nebze azaltsa da) bir
halde yatmaktadırlar.
Bu ülkenin insanını anlamak isteyenler, türkülerini dinlesinler.
İnsanlıklarıyla, kahramanlıklarıyla, mertlikleri ve vakarlarıyla
türkülerde yaşıyor şimdi onlar... Bu yaşayışı Ahmet Hamdi Tanpınar,
bakın nasıl hikâye ediyor:
"Hiç unutmam: Uludağ'da bir sabah saatinde, dinlediğim çoban
kavalına birbirini çağıran koyun ve kuzu seslerinin sarıldığını
gördüğüm anda, gözlerimden sanki perde sıyrılmıştır. Türk şiirinin
ve Türk musikisinin bir gurbet macerası olduğunu bilirdim, fakat
bunun hayatımızın bu tarafına sıkı sıkıya bağlı olduğunu
bilmezdim. Manzara hakikaten güzel ve dokunaklıydı, beş on dakika
bir sanat eseri gibi seyrettim. Bir gün Anadolu insanının his
tarihi yazılır ve hayatımız bu zaviyeden gerçek bir sorgunun
süzgecinden geçirilirse, moda sandığımız birçok şeylerin hayatın
kendi bünyesinden geldiği anlaşılır."(1)
Türkülerin hakkını teslim eden bu cümlelerde de görüleceği üzere,
onlar Anadolu insanının mertliği ve insanlığını sembolize
etmektedirler ve türkülerin, kötülüğü, kini tavsiye edenine
rastlayamazsınız. Onlar, kederin, ızdırabın, aşkın, güzelliğin,
çilenin, başka söyleyişlerle ifadelendirilemeyecek olan sevdaların
ve halka ait daha birçok değerin ölmez temsilcileri olarak
yaşayacaklardır aramızda daima...Sahip çıkanı ve söyleyeni sınırlı
olsa bile...
Fakat son zamanlarda, Anadolu insanının his dünyasını dolduran ve
onu yeniden eski sevdaların yakıcı ve inceltici zamanlarına geri
götüren türkülere dönüş; Tanpınar'ında belirttiği gibi, moda
olarak değil de, hayatın kendi bünyesine bir geri dönüş olarak
görülmesi gerektiği açıktır. Zira, insanımızın bir bölümü, bütün
bir tarih maceramızı içinde yaşatan türkülerimizi yıllardan beri
hep dinlediler ve yüreklerinde yaşattılar. Kendilerinden bir parça
olan ve kendilerini en iyi anlatan dostlarını, vefasızlık edip,
koparıp atmadılar bir kenara...Diğer bir bölümü ise; köklerinden
koparılmış olmanın acı tecrübesini bizzat yaşayarak, yaşatılarak,
gün be gün uzaklaştıkları türkülerimizi, şimdilerde sanki yeni bir
şey bulmuşlar gibi, yeniden keşfetmenin hayreti ve sevinci
içerisindeler. Manzaraya hangi cepheden yaklaşırsak yaklaşalım,
netice değişmez. Öyle ya da böyle, Anadolu insanı , unutturulma
Bütün bu yazdıklarımızdan sonra diyoruz ki:
Bir dağın, koca, koskoca bir dağın, Palandöken'in, o "göğsü gül
nakışlı" yamaçlarında biten binbir çeşit çiçeğin hoş rayihalarıyla
içinizi doldurmak isterseniz türkü dinleyin. Dinleyin ki;
unutulmuş, bir köşede kalmış, sesi, soluğu çıkmaz olmuş türkülere
can gelsin... Türküleri dost edinen, kalbinin bir köşeciğinde
olsun, onlara yer veren biri olarak, sizin de içiniz şenlensin...
Maddenin dışındaki herşeyin değerinin azaldığı bir dünyada,
giderek kaskatı kesilen yüreğiniz yumuşasın.
Ama, sıradan bir sözü dinler gibi, alelâde bir mevzuya kulak
kabartır gibi dinlemeyin türküleri... Dost bildiğiniz bir insanı
dinler gibi...Vefasından, insanlığından emin olduğunuz, sözün,
sohbetin ne demek olduğunu bilen birini dinler gibi dinleyin
onları... Yüreğinizi açarak...Kendinizi vererek... İçten ve
samimiyetle... Ancak o zaman ne dediğini duyabilir, iletmek
istediği mesajları anlayabilirsiniz.
Çünkü; yazıda yabanda biten "Hüdâyî nâbit" gibidir türküler...
Türkülerimiz... Kokulu, saf ve gösterişsiz... Ancak, tanıyan bilir
değerini...Her türlü ihtimamla elde yetiştirilen, alabildiğince
çekici, ama kokudan yoksun çiçeklere benzemez Anadolu
türküleri...Kokmayan çiçeğin nesi çiçektir ki zaten...
Görüntüsüyle, bakanı yanılmaktan başka neye yarar böyleleri...
Ancak vazoyu süsler bu tür çiçekler.
Aşık Veysel'e birgün tanınmış bir sanatçıdan armonize edilmiş bir
halk türküsü dinletir ve fikrini almak isterler. Veysel'in biraz
düşündükten sonra söyledikleri çok çarpıcıdır:
"Dağlarda gösterişsiz, fakat hoş rayihalı çiçekler olur.
Şehirliler bunları görür, bahçelerinde yetiştirmeye
heveslenirler.Yetiştirirler de. Hatta onların ki daha güzel, daha
gösterişli olur. Gelin görün ki, rayiha, artık o rayiha değildir."
Haydi çevirin radyonuzun düğmesini... Belki Kaleli Hafız, "Pasinli
Güzel"i söylüyordur bir arşiv bandında... Ve belki de yine ondan
derlenen bir Erzurum türküsünü, radyo sanatçılarından biri
seslendiriyordur şimdi...
"Çıkın Akbaba'ya edin niyâzı
Uğrama Pasin'e, geç gelir yazı
Bizde de misafir Erzurum sazı
Ordan yâre selâm edin turnalar" diyerek...
(1)
Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, İstanbul, Başbakanlık Kültür
Müsteşarlığı Kültür Yayınları 1972, önsöz
Türkülerimiz
Gel ey dost...
O kâdim söyleyişinle söyle...
Söyle ve can kat canımıza türkülerinle...
Ayrı düştük
Ayrıldık nicedir...
Kopardılar
Seni bizden
Bizi senden
Söyle o uzun havaları...
Esrisin canımız yeni baştan...
Açılsın bahtımız, dönsün talihimiz...
Kaplasın içimizi delâlin...
Yürüsün “Hüma”nın geldiği yere doğru hayalimiz...
Çocuk bir ruhtan yükselen dileklerle dolsun kalbimiz...
Bir türkü sıcaklığında çarpsın gövdemizi melâlin...
Gel ki kavgalarımız bitsin...
Gel ki acılarımız dinsin...
Gel ki kötülükler sinsin...
Açılsın ufkumuz
Umutlarımız boy verip tazelensin...
Söyle o eski sesin...
O riyasız ve şüphesiz sevdanla
O güzelim türküleri
Depreşsin
Acıdan geçen, güzelliğe dair kavgalarımız...
Duyulsun sesi ötelerden...
Duyulsun...
Çileden geçmiş uzun havalarımız...
*
Prodüktör-Yazar
|