| 
            
 İnsan düşüncesinin ürünü olduğu kadar duygusal 
            bir deşarj yolu da olan müzik, yaratıldığı ortamla, çağın dünya 
            görüşü ile, kısaca insan yaşamı ve toplumla, bütün diğer sanatlar 
            gibi sıkıca bağlıdır. Müzik yoluyla bir yandan günlük yaşamın üstüne 
            çıkıp güç kazanırken, bir yandan da birlikte yaşamanın kurallarını 
            öğreniriz.
 
 İnsana, bütün sanatlardan daha büyük bir kolaylık ve etkileme 
            gücüyle ulaşan müziği “seslerle düşünme, sesler aracılığı ile yaşamı 
            duyumsama ve geliştirme yolunda insan gerçeğinin, bütün ilişkileri 
            içinde, araştırılması ve aktarılması sanatı” olarak 
            tanımlayabiliriz. Bu arayışta en çarpıcı amaç, insanı korumaktır. Bu 
            koruma işlevi bugün artık somut olarak görülen ve hemen kavranabilen 
            bir özellik değildir.
 
 Müzik, matematiksel bir mantık, disiplin, zamanı kullanma, susma, 
            dialog kurma, hareket etme ve ilişkiler sanatıdır da...
 
 Yalnızca sınırlı bir bölümünü sesler ve gürültüler halinde 
            kavrayabildiğimiz titreşimler, doğanın en belirgin kanıtıdır. Normal 
            yapıda her insan, işitme ve müzikle ilgili yetilerden kendi payına 
            düşeni almış olarak doğar. Müziği, varlığına, aldığı eğitime, 
            ırkına, yaşadığı çağa göre üretir.
 
 Müzik malzemesi, insan doğmadan milyonlarca yıl önce hazırdı. Çünkü 
            doğa, sonsuz bir “sesli malzeme”dir. Gök gürültüsü, yer kayması, yer 
            sarsıntısı, suyun akışı ve çalkantısı, havanın dar boğazlardaki 
            hareketi gibi olaylar, doğadaki sayısız sesler ve titreşimlerden bir 
            bölümünü oluşturur.
 
 Kapalı ilkel toplumların incelenmesi yoluyla ilk insanların müzik 
            eğilimleri ve üretimleri hakkında yaklaşık bilgiler 
            edinilebilmektedir. Bu, geçmişin örtüsünü kaldırmanın bir yoludur ve 
            oldukça güvenilir bir yöntemdir. İlk insanlar gök gürültüsünde doğa 
            üstü güçlerin simgesini, fırtınanın uğultusunda kötü ruhların 
            sesini, denizin sakin görüntüsünde ya da patlamasında tanrıların 
            iyiliğini ya da öfkesini buluyorlardı. Yankı bir çeşit kehanet, 
            vahşi hayvanların sesleri bilinmeyenin habercisi olarak 
            algılanıyordu. Böylece, insanlığın başlangıcında din ve müzik 
            birbirine karıştı. Kısıtlı bir sözcük dağarcığına sahip olan ilkel 
            insan gördüklerini adlandırıyordu. Duygularını, içgüdülerini ve 
            kutsal güçlere inancını anlatmak için hemen o anda kendiliğinden 
            düzenleniveren seslerden yararlanıyordu.
 
 Giderek müzik, ninni ya da matem şarkısında olsun veya büyüyle 
            karışmış bir törende olsun, ilkel insanın, bütün gereksinmelerine 
            cevap verecek biçimde ve her alanda varlığına sıkıca girdi. Günümüze 
            ulaşan bilgiler ile kapalı toplumların yaşamları incelendiğinde ilk 
            insanın, hançeresinden kuş seslerine benzer tiz sesler, vahşi hayvan 
            homurtuları gibi pes sesler çıkardığı ve bunları doğa karşısında 
            güçlü olmak için kullandığı varsayılmaktadır.
 
 Müziğin doğasında olan ses, böylece kullanılır hale gelmiş 
            olmaktadır. Ritm ise, gelişmeye başlayan insanın, kutsal güçlere 
            karşı kendini af ettirme isteklerini açığa vurduğu ve doğa 
            karşısında, kazanım çoşkularını simgeleyen törenlerde ortaya çıkmaya 
            başlamıştır. Güç kazanılmış bir avın çevresindeki kutlama 
            törenlerinin, ava çıkmak için yapılan törenlerin dansla ilişkisi 
            açıktır.
 
 İnsandaki ritm duygusunu, “bir vuruş, bir gürültü ya da bağırışın 
            tekrarından ve simetrisinden doğan haz” biçiminde tanımlayabiliriz. 
            Doğadan aldığımız en kesin mesaj ritmdir kuşkusuz. Simetri, tekrar, 
            düzenli tekrar, yankı... Görünüşteki dağınıklığa karşın her şey 
            tamamen ölçülüdür. Gece ve gündüz, mevsimler, üreme, filizleme, 
            çiçek açma, solma, yaşam ve ölüm...hepsi kesin bir disipline boyun 
            eğer. Bu da insanoğluna, doğanın ve kendi mekanizmasının ritmlerle 
            çevrili olduğunu kısa sürede kavratmıştır.
 
 İlk insan, ayakları, elleri ve gırtlağı ile yarattığı ölçülü 
            iskeleti giderek çeşitli seslerle doldurdu. Zamanla basınçlı hava 
            sütununun tınısını buldu, onu bir tüp içinde titreştirmeğe başladı. 
            Delik bir öküz boynuzu, içi oyuk bir kamış ya da kemikten uyumlu 
            sesler çıkarttı. Zengin üfleme çalgıları böyle doğdu. Avcılıkta 
            kullandığı gerilmiş yayın çıkardığı ses, yeni bir çalgı ailesinin 
            doğmasına neden oldu. Bundan sonra müzisyenler sesin ve tınının 
            sırlarını çözmeye uğraştılar[1].
 
 İlkel insandan kavim yaşamına geçildikten sonra, müzik toplumsal 
            yaşama da girdi. Her toplum kendi yaşam biçimine, değerlerine, inanç 
            ve törelerine uygun müzik üretti. Kendi çalgılarını, ezgilerini, 
            ritmlerini oluşturdu.
 
 Türk müzik tarihi de kendi bünyesinde, kendine has ve kendi ürettiği 
            biçimi ile genel müzik tarihi içinde yerini aldı. Türk müzik tarihi 
            “hem Türk’lerin tarih boyunca müzik ile olan her türlü ilgisinin, 
            hem de Türk müzik sistemi ile bu sisteme karışan her türlü müziğin 
            teknik gelişmelerinin incelenmesi[2]” biçiminde tanımlanabilir.
 
 İlk çağlardan itibaren Dünya’da gelişen ve yayılan Türk’ler, 
            müzikteki ilerlemelerini gittikleri yerlere taşımışlar ve 
            geliştirmişlerdir. Bugün Türk’lerle ilgisi olan tüm ulusların 
            müziklerinde, Türk müziğinin etkisi görülmektedir. Bir çok batılı 
            besteci, eserlerinde Türk motiflerini işlemiştir. Kısaca Türk müziği 
            etkisine Asya, Avrupa, Orta Doğu ve Afrika’nın bir bölümünde 
            rastlamak mümkündür. Ayrıca Türk’ler, nota ve müzik aletlerinin 
            gelişmesine de öncülük etmişlerdir. Kemençe (ıklığ), tar, kopuz, 
            saz, vurmalı çalgılardan davul, tef, kudüm, kös vb. bunlara en iyi 
            örneklerdir[3].
 
 Türk müziğinin tarihsel gelişimi ve dönemleri ise 2 ana başlık 
            altında toplanır.
 
 1- Türk Halk Müziği’nin tarihsel gelişimi.
 
 2- Klasik Türk Müziğinin tarihsel gelişimi.
 
 
 
 TÜRK HALK MÜZİĞİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ
 
 Halk müziği, dünyanın her tarafında o ülkenin aydınları tarafından 
            yaratılan müzik türlerinden farklı olmuştur. Halk müziği ile, 
            aydınlar tarafından yaratılan müzik türleri arasında en önemli fark, 
            halk müziğinin anonim olmasıdır. Halk müziği ülkenin bir ürünüdür. 
            Milletlerin öz varlığının yüzyıllar boyunca dile gelmesinden 
            doğmuştur.
 
 Günlük hayatı yansıtan ezgi, ritm ve tonalite bakımından değişik 
            bölgelerde farklılıklar gösteren bu müzik kolu, doğal ve sosyal 
            konuları dile getirir. Bu müzik türü ritm, ezgi ve tonalite 
            bakımından renkli ve zengindir[4].
 
 Alman müzikoloğu Hugo RİEMANN’a göre halk müziği ”ezgi ve sözleri 
            kimin tarafından yapıldığı belli olmayan, bir çok sebeple halk 
            tarafından kabul edilmiş ve halk ezgisi ifadesine bürünmüş, melodik 
            ve armonik bünyesi kolayca anlaşılan ve popüler bir eda taşıyan 
            müzik türü”dür[5].
 
 Türk Halk Müziği ise “Türk milletinin esasını oluşturan büyük halk 
            kitlesinin, tarih boyunca ve her medeniyet dairesinde kendi kendine 
            yarattığı, içinde eski müzik geleneklerini devam ettirdiği, anonim 
            bir karakter taşıyan halk sanat türü”dür. Halil Beddi YÖNETKEN’e 
            göre “folklorik, anonim bir değer taşıyan, vücuda getiricisi belli 
            olmayan, Türk köylüsünün, Türk aşiretinin, Türk aşıklarının 
            müziği”dir[6].
 
 Bu sanat; köy, küçük kasaba halkının öz müzik kültürünü teşkil eder. 
            Türk Halk Müziği kendi özel metrik ve model bünyesi içinde, kendine 
            has müzik aletleri, vokal ve enstrümantal müzik türleri ile, 
            orijinal bir içerik taşır[7].
 
 Dönemleri 3’e ayrılır.
 
 1- İlk Dönem. (İslamiyet’ten Önceki Dönem)
 
 2- İslamiyet Etkisi Altındaki Dönem.
 
 3- Bugünkü Dönem.
 
 
 
 1- İlk Dönem (İslamiyet’ten Önceki Dönem)
 
 Türk boylarının tarih sahnesinde göründüğü Orta Asya’da ilk 
            medeniyet izleri arasında, kopuz ve onun kullanılması ile, halkın 
            yaşayışının ifade edildiği ezgilerin varlığı bilinmektedir.
 
 Türkler İslamiyet’i kabul etmeden önce Şamanizm’in etkisinde kalarak 
            (bazı Türk boylarında, Gök Tanrı inancı, Maniheizm ve Budizm 
            inancıda vardır.) dini görüşlerini yönlendirmişler, dini ayinlerinde 
            müziği kullanmışlardır. Yuğ törenlerinde (yas günleri, ölülerinin 
            arkasından yaptıkları törenler), toy ve şölenlerinde[8] (yılın belli 
            dönemlerinde hayvanları yedikleri törenler), müziği bir etkileme 
            gücü, ruhsal boşalımın bir aracı, eğlencelerinin bir parçası olarak 
            kabul etmişlerdir. Ayrıca, devlet, millet birliğini oluşturan; 
            savaşta orduya duygu veren, yürüyüş ve hareketini düzenleyen de ses 
            ve ritm dir.
 
 Elimizde pek fazla kaynak bulunmamasına rağmen Dede Korkut 
            hikayelerinden, Orhun Anıtlarından Türklerin halk müziğinin günlük 
            yaşamın içersine girdiğini bilmekteyiz. Özellikle Dede Korkut’un 
            günümüze kadar ulaşan hikayeleri bu konudaki en değerli hazine 
            gibidir. Dede Korkut’un kitabında tasavvuf ve mistiklik aramak, hem 
            güç ve hem de doğru değildir. Bununla beraber, İslamiyet’ten ve her 
            türlü yabancı dinden arınmış, en eski Türk mitolojisinin bir çok 
            mith ve mythos’larını görmek ve duymak da mümkündür. Dede Korkut’a 
            Türkmenler ve Orta Asya Türk’leri tarafından Korkut- Ata 
            denmektedir. Kazakların kopuz ve tanbure, dombra gibi sazlarını 
            bulan da Korkut Ata’dır[9].
 
 Türk’lerin karşılıklı konuşmalarını bile kopuz yardımıyla 
            yaptıklarına en güzel örnek, Dede Korkut’un “Salur Kazan’ı oğlu 
            Uruz’un tutsaklıktan çıkardığı destan[10].” da geçen şu şoylama 
            olacaktır.
 
 Ökçesin ökçesine kakdı. Kaburgasın karnına kavşurdı. Uyanın çekdi, 
            ağzın ayırdı. Kafiri öldürdi, çökdi üzerine oturdı. Aydur: Mere 
            kafirler kopuzum getürün, sizi ögeyin didi. Vardılar, kopuzı 
            getürdiler. Eline alup burada soylamış görelüm hanum ne şoylamış;
 
 Aydur:
 
 Bin bin erdenerden yağı gördüm-ise öyünüm didüm
 
 Yigirmi bin er yağı gördüm-ise yıylamadum
 
 (Diye bu şoylama devam ediyor.)
 
 Bu döneme ait en eski Türk karekteri taşıyan eser, Ural dağlarının 
            doğusunda aranmış ve Çingiz Han’ın oğlu Cöçi’nin ölümüne neden olan 
            “aksak kulan” veya “aksak yaban eşeği” adlı eser, en eski kög 
            (yırlamak, Brockelmann’a göre melodi. “er kögledi”: adam kendi 
            kendine yırladı[11].) kabul edilmiştir. Kazak Türk’lerinin 
            ağıtlarından “kör kızın şarkısı” yani “sokır kız eni” adlı bir yarı 
            ağıt da çok eski karakterde bulunmuştur. Bu ağıtlar, her yeni ölen 
            kişi için, sözleri biraz değiştirilerek söylenirse de, müzik sistemi 
            ve melodileri çok eskilere dayanmaktadır[12]. Eski Türk hakanlarının 
            otağlarında ve ordugahlarında “9 kök” denilen bir müziğin, müzik 
            takımlarınca her gün çalındığı ortaya çıkartılmıştır[13].
 
 Halk müziğimizin yapıtlarından olan destan müziği ve destan 
            müziğinin en önemli eseri Manas destanıdır. Manasçı denilen halk 
            sanatçılarınca ve kerem ile okunan destan, halk müziğini bozulmadan 
            koruyan, özü ve sözü ile zamanımıza getiren bir direktir. Köklerini 
            ve konularını, tarihin derinliklerinden alan tarihi epik (historical 
            epic) tipinde bir destandır. Destanın eski karakterlerini yaşatan 
            söyleyişler, özellikle Kuzey-batı Asya’da yaygın görülür. 
            Müzikal-şiir (musical-poetic art) sanatının en eski örnekleri ise 
            Kırgız-Türk kültür çevresinde bulunmaktadır[14].
 
 Kısıtlı sayıdaki kaynaklardan elde edilen bilgiler ışığında, müziğin 
            günlük yaşantının vazgeçilmez unsuru olduğu ortaya çıkmaktadır. 
            Ancak, bu dönemdeki müziğin yazıya dökülmemiş olması, hem nota ve 
            hem de sözlerin günümüze kadar ulaşamamasına neden olmuştur.
 
 Türk’ler kavimler göçüyle, gittikleri yerlere bu müziği 
            taşımışlardır. Gök tanrıya yakarış, kahramanlık, savaş ve döğüşme, 
            doğa bu dönemde işlenen en belirgin konulardır. Üzülerek belirtmem 
            gerekir ki, öz kültürümüz olan halk müziği, SSCB dönemindeki asimile 
            etme çabaları sonucunda, biraz da olsa zarar görmüş, yapay politik 
            sınırlarla, Türk’lerin ilk zamanlarından beri oluşan kültürümüz ve 
            bu kültürün oluştuğu çevre bölünmeye çalışılmıştır.
 
 
 
 2.İslamiyet Etkisi Altındaki Dönem
 
 M.S.925’lerde batıya yönelen Türk boyları, Karahanlılar’dan 
            başlayarak İslamiyet’i kabul etmeleri ile yaşama şekillerinde ve 
            kültür yapılarında değişimler göstermeye başlamışlardır. Toplum 
            yaşamındaki bu değişikliğin müziğe yansıması da kaçınılmaz olmuştur. 
            Müzik yapılarında bir değişim olmamasına karşın, sözlerde dinin 
            etkisini görmek olağandır. Ancak sözlerde, sert ve katı dindarlığın 
            karşısında hoşgörülüğü, Tanrı sevgisini görmek mümkündür
 
 Halk müziğinin başlıca türlerinden sayılan Kitap Ölöngü (kitap 
            şarkıları)de, daha çok ilahiler ve Kur’an okumaları ile ilgili müzik 
            ve dizi şekilleridir[15].
 
 Ozanlar bu dönemde de eski sadeliklerini ve üsluplarını 
            sürdürmüşlerdir. Ortaçağ Avrupa’sında şiir ve müziğin gezgini olan 
            trouver ve troubaduor geleneğine karşıt biçimde soyluları ve 
            zenginleri bu işe sokmamışlar, ancak halktan büyük saygı 
            görmüşlerdir. Soyluluk ve zenginlik, şiirde müzikte kalmıştır. 
            Sazlarını ustalıkla çalmaları yanında Türkçe’yi iyi kullanmaları, 
            halk müziğine unutulmaz eserler kazandırdığı gibi, halk edebiyatına 
            da sayısız eser katmalarını sağlamıştır. Yüzyıllarca usanmadan gezip 
            dolaşan halk ozanlarımız, hem bu müziği yaygınlaştırmışlar, hem de 
            unutulmamalarını sağlamışlardır. Bu yolculukları sırasında gezginin 
            bir tek yoldaşı vardır. Saz.
 
 Her ne kadar ozanların şiirleri elimize ulaşmış ise de, ezgiler 
            yakıldıkları dönemde notaya alınmadığından, unutulan ezgilerin, 
            elimizdekilerden çok olma olasılığı bir hayli yüksektir. Ezgilerin 
            anonim özellik taşıması, halk içinden gelen yaratıcılığın, kuşaktan 
            kuşağa aktarılması, geleneğin güçlendirilmesi anlamını da 
            taşımaktadır.
 
 Bu çağdaki aşıklar halk müziği geleneklerini devam ettirmişlerdir. 
            En önemli aşıklar;
 
 Aşık Paşa (1272-1332), hem hece, hem aruz ölçülerini kullanarak 
            divan ve halk şiirinin başlangıçtaki örneklerini yaratmıştır. Divan 
            şiirinde Mevlana’nın, halk şiirinde ise Yunus Emre’nin etkisinde 
            kalmıştır. Türkçe’ye gönülden bağlıdır ve halk dilini savunmuştur.
 
 Doğum Tarihi bilinmeyen, ancak 1404 yılında Halep’te öldürülen 
            Nesimi, ezgilerinde kendine özgü mistik duyuşu, çoşkulu bir 
            şiirsellikle işlemiştir.
 
 Bazı şiirlerinden 1398’de doğduğu, Edirne ve Filibe gibi Balkan 
            diyarlarında gezdiği anlaşılan 15.yy. ozanı Kaygusuz Abdal, gerçek 
            üstü zıtlıklarla, hiciv öğelerine yönelmiştir. Ona göre, “Kelebek 
            buğday ekmiş”, “Sivrisinek buğday biçmeye başlamış”, “Ergene’nin 
            köprüsü susuzluktan bunalmış”tır.
 
 Ölümü 1560-1570 yıllarında olan Pir Sultan Abdal, ezgilerinde ve 
            şiirlerinde, mistik görüşlerini güçlü tekniğiyle birleştirerek, 
            duyarlıklı bir lirizm yaratmıştır.
 
 Şiirlerinden 3. Murat döneminde (1574-1595) yaşadığı anlaşılan 
            Köroğlu, yalın bir dille gerçekçi bir şiir yaratmıştır.
 
 Doğumu 1606, ölümü 1679 olarak tahmin edilen Karacaoğlan, halk 
            ozanları geleneğinin en ünlü kişiliklerindendir. Şiirlerinin ve 
            ezgilerinin değeriyle sivrilen Karacaoğlan, şiirlerinde genellikle 
            kullandığı 6+5 ve 4+4 ölçülerinin tekdüze uyumuyla yetinmeyerek, 
            ölçüyü belli etmeden zorlayan yeni sesler bulmuştur.
 
 Yaklaşık 1785-1865 yıllarında yaşadığı sanılan Dadaloğlu, toplumsal 
            çelişkileri toksözlü bir deyişle sergilemiş, öte yandan şiirsel 
            incelik ve buluşlardan uzak kalmamıştır.
 
 Erzurum yakınlarındaki bir köyde doğan ve 1860 yılında ölen Emrah, 
            halk şiirinin yenilenen formları içinde değişik bir şiirsel anlatıma 
            yönelmiştir[16].
 
 Türk anası ninnileri ile uyutmuş kucağındaki bebeğini, bazı analar 
            ise ağıt yakmış kaybolan çocuğunun arkasından. İşte bir türkünün 
            hikayesi;
 
 Bebek Ağıtının Hikayesi (Avşar Ağıtı Orta Anadolu)
 
 Olay yaklaşık 350-400 yıl önce, Orta Anadolu’nun yüksek ve dağlık 
            bölgesinde yaşayan Avşar aşiretlerinden birine aittir.
 
 Günlerden birgün bir asiret beyinin oğlu ile başka bir aşiret 
            beyinin kızı evlenir. Yedi sene çocukları olmaz. Aşiret beyinin oğlu 
            bu evliliğin, bu beraberliğin mutluluk getirmediğini, buna gelinin 
            neden olduğunu her fırsatta gelinin başına kakar. Kader bu ya, 
            yedinci senenin sonunda gelin bir oğlan çocuğu Dünya’ya getirir. 
            Aşiret çok sevinçlidir. Çocuk üç aylıkken aşiretin başka bir yere 
            göç etmesine karar verilir. Gelin çocuğunu bir kilime sarıp, 
            beşiğine yatırır ve bir mayanın üstüne yerleştirir. Aşiret bir gece 
            yarısı Elmalı’dan yola çıkar. Elmalı dağının sık ve karanlık 
            ormanları içinde yollarına devam ederlerken kötü bir tesadüf, çam 
            dallarından biri zavallı yavrunun beşiğine takılır ve onu mayadan 
            ayırır. Yavru, gecenin sessizliği içinde beşiğiyle çam dalına asılı 
            kalır. Hiç bir şeyden haberi olmayan kafile, ertesi sabah obaya 
            gelip konaklar. Meme vermek için yavrusunun yanına giden zavallı 
            ana, yavrusunu bulamayınca çılgına döner. Döğünmeğe, yolunmağa 
            başlar. Aşiret büyük bir üzüntü içine gömülür. Dayısı, amcasıyla 
            birlikte geldikleri yoldan geriye dönerek yavruyu aramaya 
            koyulurlar. Fakat ne çare ki bulamazlar[17].
 
 
 1-Elmalı’dan çıktım yayan,       4- Ala kilime sardığım,
 .Dayan ey dizlerim dayan,         Yüksek mayaya koyduğum,
 Emmim atlı dayım yayan,           Yedi yılda bir bulduğum,
 Nenni, nenni, bebek oy.            Nenni, nenni, bebek oy.
 
 Bebek beni del eyledi,              Tabancamın ipek bağı,
 Bir kötüye kul eyledi,               Baban bir aşiret beyi,
 Yaktı yıktı kül eyledi,               Kanlım oldun Çiçek dağı,
 Nenni, nenni, bebek oy.           Nenni, nenni, bebek oy.
 
 Havada kuzgunlar dolaşır,         Gelin başı bağlamadım,
 Kargalar öleş bölüşür,              Top zülüfün yağlamadım,
 Kara haberler erişir ,                Obamdan utandım ağlamadım,
 Nenni, nenni, bebek oy.           Nenni, nenni, bebek oy[18].
 
 
 Türkü, bu korkunç ve yürekler parçalayan yaşamın, ana gönlünde 
            şekillenip, dilinden dökülen feryadıdır.
 
 Gelişen ve bir ölçüde değişimler yaşayan halk müziğimizin bu çağı, 
            türkü’lerin çeşitlilik kazandığı dönem özelliğini de taşımaktadır. 
            Maniler, koşmalar, hoyratlar, ağıtlar, oyun havaları, kına havaları, 
            esnaf türküleri, zanaat havaları, sevda türküleri, sosyal ve günlük 
            yaşayışla ilgili türküler, yiğitlemeler, koçaklamalar bu dönem 
            içinde oluşmuşlardır.
 
 
 
 3- Bu Günkü Dönem
 
 Kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa iletilerek ve tarih süzgecinden 
            geçerek günümüze kadar ulaşan halk müziği, canlılığını devam 
            ettirmektedir. Bu müziğin kökleşerek gelişmesinde ve yayılmasında, 
            halk ozanlığı geleneğinin büyük bir katkısı vardır. 20.yüzyılın ilk 
            yarısında da bu gelenek sürmüştür. Ancak sosyal yapının değişmesi, 
            köyden kentlere göçler, iletişim araçlarının hızlı gelişimi, 
            geleneksel toplum biçiminden yeni toplum biçimlerine geçiş vb. 
            etkiler, bu geleneği etkilemiştir.
 
 Bu dönemdeki en olumlu gelişme ise, Türk Halk Müziğinin bilimsel 
            olarak incelenmeye başlanması denebilir. Tarihsel süreç içersinde 
            hep var olan halk müziği, halkbilimci ve etnomüzikologlarca daha 
            yeni incelenmeye başlamıştır.
 
 Türk toplumunun yaşamına damgasını vurmuş ve toplumsal yaşama yön 
            vermiş günlük, sosyal, ekonomik, kültürel ve tarihsel olaylar başta 
            olmak üzere, çeşitli gelenek, görenek, inançlar ve benzeri olguları 
            konu edinmesi açısından, Türk Halk Müziği kültürümüzün önemli yapı 
            taşlarındandır. Bu özellikleri ile halk müziğimiz, ilişkili 
            bulunduğu tarih, coğrafya, sosyoloji, psikoloji, edebiyat, folklor, 
            hukuk, felsefe, kültürel antrapoloji, başta olmak üzere, çeşitli 
            bilim dalları açısından incelenmesi ve analizi gerekli bir alan 
            olarak karşımıza çıkmaktadır.
 
 Halk müziği üzerinde, yukarıda belirtilen özellikler göz önüne 
            alınarak yapılacak bilimsel ve kollektif çalışmalar, Türk toplumunun 
            duygu, düşünce, zevk, estetik ve felsefesi ile genel karakteri 
            hakkında son derece sağlıklı ip uçları verecektir.
 
 Bu nedenlerle geleneksel değerlerden kan alan, çağdaş bir kültür 
            yaratma süreci içinde, halk kültürünün diğer unsurları gibi halk 
            müziğinin de derlenmesi ve araştırılması kaçınılmazdır[19].
 
 İlk derleme çalışmaları 1925 yılında, İstanbul Belediye 
            Konservatuarı tarafından, her ilin Milli Eğitim Müdürlükleri 
            aracılığıyla başlatılmıştır. Bu derlemeler yöntem açısından 
            sakıncalı bulunduğundan, 1926 da Darülelhan derlemeleri 
            başlamıştır[20]. Türk Ocakları ve Halk Evleri de, derleme 
            çalışmalarında önemli katkılar sağlamıştır. Günümüzde de devam eden 
            derleme çalışmalarına TRT kurumu da katılmış ve büyük bir arşiv 
            kurulmuştur. Bu derleme çalışmalarının en büyük katkısı, unutulmaya 
            yüz tutmuş eserlerin notaya dökülmesi ve gelecek kuşaklara 
            aktarılmasıdır.
 
 Kitle iletişim araçlarının gelişimi, bir yönden olumlu etkiler de 
            sunmuştur. Radyonun kurulması ile türkülerin yayılması hızlanmış, 
            yöresel sanatçıların kendi dil ve çalgıları, diğer yörelerce de 
            tanınmaya başlamıştır. Televizyonun yaygınlaşması ve Türk Halk 
            Müziği programlarının yayınlanması işitsel zenginlik yanında, görsel 
            öğelerin de tanınmasını sağlamıştır. Örneğin, bir yörede yapılan 
            kına gecesinde, hem o yörenin kına gecesi türküleri, hem bu türkünün 
            oynanması ve hem de folklorik değerleri aynı anda tanıtılabilir, 
            öğrenilebilir olmuştur.
 
 Bu dönemin başka bir özelliği de, tek kişilik çalış ve söyleyiş olan 
            ozan geleneği yanında, toplulukların kurulup, kurumsal yapıya da 
            dönüştürülmesidir. 1940 yılında Muzaffer Sarısözen tarafından 
            kurulan halk müziği topluluğu (Yurttan Sesler), ilk olma özelliğini 
            taşımaktadır. İstanbul Belediye Konservatuarı, 1950 yılından bu yana 
            çalışmalarını sürdürmüştür. Akademik olarak ise, 3 Mart 1976 da İTÜ 
            Türk Müziği Devlet konservatuarı eğitime başlamıştır. Günümüzde ise 
            bir çok üniversitenin Türk Halk Müziği bölümü bulunmaktadır. Büyük 
            illerin bir çoğunda, Kültür Bakanlığının halk müziği toplulukları 
            kurulmuştur. Son 3-4 yıl içersinde Türk Halk Müziği’ne artan ilginin 
            nedenlerinin başında, bu kurumsallaşmanın önemli katkısı, yadsınamaz 
            bir gerçekliktir.
 
 Tek seslilik geleneğinin yanında, Türk Halk Müziği’nin çok 
            seslendirilmeye başlaması da, bu dönemin başka özellikleri arasında 
            yerini almıştır. Bu düşünceyi Ziya Gökalp (1876-1924), “Halk 
            Müziğimiz bize birçok melodiler vermiştir. Bunları toplar ve batı 
            müziği kurallarına göre armonize edersek, hem milli, hem de Avrupalı 
            bir müziğe sahip oluruz[21].”, Atatürk ise, (30.11.1929 günü Alman 
            tarih yazarı Emil Ludwig’le konuşmasında)“Bizim gerçek müziğimiz 
            Anadolu halkından işitilebilir”, (1.11.1934 TBMM’nin açılışında) 
            “Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan; yüksek deyişler, 
            söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce, genel son müzik 
            kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak, bu güzeyde Türk ulusal 
            müziği yükselebilir, evrensel müzikte yerini alabilir[22]” diyerek, 
            düşünsel temellerini atmışlardır. Bu bağlamda bugünkü 
            Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın temeli olan İstanbul’da ki Muzikâyı Hümâyun, 1924 yılında Ankara’ya taşınıp, Riyaseti cumhur 
            Mûsikî Heyeti’ne dönüştürüldü.
 
 Batı armoni kuralları ile halk müziği ezgileri işlendi. Ancak Kemal 
            İlerici, Türk Müziğinin kendi armoni sistemine sahip olduğunu ve bu 
            armoni sistemi ile çok seslendirilebileceğini kanıtladı[23].(Ancak, 
            sanat müziği ile halk müziği bu sistemde iç içe ele alınmıştır.) 
            Kerem’i ana dizi kabul etti.
 
 Türk Halk Müziği, son zamanlarda pop müzik tarzı ile de işlenmeye 
            başlamıştır. Bu denemelerin hepsi saygı ile karşılanmalı ve 
            gelişmenin ancak böyle olabileceği unutulmamalıdır.
 
 Dönemin ozan geleneğinin en büyük ismi Aşık Veysel’dir. (1894-1973) 
            Dilindeki sadelik ezgilerine yansımıştır. Türk insanındaki 
            efendiliği, mertliği, ruh inceliğini satırlara dökmüştür. İnsan, 
            yurt, doğa sevgisini şiirlerinde ön plana çıkartmış, toprak 
            sevgisini temel bir öğe olarak kabul etmiştir. Karanlık dünyasının 
            ak düşüncelerini, candan dostu olan sazı ile süslemiştir.
 
 1965 yılında TBMM, “Anadilimize ve Milli Birliğimize yaptığı 
            hizmetlerden dolayı” özel bir kanunla vatani hizmet tertibinden 
            aylık bağlamıştır[24].
 
 
 Ben giderim, adım kalır,           Ne gelsemdi ne giderdim,
 Dostlar beni hatırlasın,            Günden güne arttı derdim,
 Düğün olur bayram gelir,         Garip kalır yerim yurdum,
 Dostlar beni hatırlasın.            Dostlar beni hatırlasın
 
 Can kafeste durmaz uçar,        Açar, solar türlü çiçek,
 Dünya bir han, konan göçer,     Kimler gülmüş, kim gülecek,
 Ay dolanır, yıllar geçer,            Murat yalan, ölüm gerçek,
 Dostlar beni hatırlasın.             Dostlar beni hatırlasın
 
 Can bedenden ayrılacak,          Gün ikindi, akşam olur,
 Tütmez baca, yanmaz ocak,     Görki başa neler gelir,
 Selam olsun kucak kucak,        Veysel gider adı kalır,
 Dostlar beni hatırlasın.             Dostlar beni hatırlasın[25].
 
 
 Sonuç olarak, dünyadaki hiçbir kültürde, kendini bu kadar müziğinde 
            yansıtan toplum yok gibidir. Türk milleti, özünde var olan tüm 
            nitelikleri, tarihsel süreç içinde geliştirip, bozmadan ve koruyarak 
            günümüze aktarabilmiştir. Bundaki en büyük pay halk müziğimizindir, 
            demek yanlış olmayacaktır.
 
 
 
 KLASİK TÜRK MÜZİĞİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ
 
 Kendi tarihi gelişimi içersinde, saray, tekke ve medreselerden 
            destek görmüş, kısmen de olsa zümre müziği diyebileceğimiz Klasik 
            Türk Müziği’ni, “tarihi süreç içersinde tek sesli olarak gelişen, 
            yenilenen; kendine öz makam, usul ve tekniğe sahip, sesli ve sözlü 
            Türk Sanat türü”dür diye tanımlayabiliriz.
 
 Bugün üzerinde çok tartışılan bir sisteme sahiptir ve yaklaşık 
            adları belli olmayan 600 makamı bulunmaktadır. Hüseyin Sadettin Arel, 
            498 Klasik Türk Müziği makamının adlarını belirlemiştir[26]. Bugün 
            bunlardan bir çoğunun örneği kalmamıştır. Bir dönem çok tutulan 
            makamlar, bu gün önemlerini yitirmiş kullanılmaz olmuştur.
 
 İzleri, Türklerin gittiği tüm coğrafya da görüldüğü halde, bazı 
            batılı müzikologlarca (Riemann) Arap müziği olarak kabul edilmiştir.
 
 Tarihi gelişimi konusunda da farklı görüşler ortaya atılmış ve İlk 
            Bilimsel, İlk Klasik, Son Klasik ve Yeni Klasik[27] olarak 
            adlandırılan teorik dönemlere ayrıldığını söyleyenler olduğu gibi, 
            Oluşum Dönemi, Gelişim Dönemi, Doruk Dönemi, Değişim Dönemi, Atılım 
            Dönemi, Yeni Dönem[28] diye sınıflandıranlarda vardır. Burada 
            Ercüment Berker’in adlandırdığı ve dönemlere ayırdığı şekliyle 
            inceleyeceğiz. Bu dönemler;
 
 1-Hazırlık ve Oluşma Dönemi
 
 2-Klasik Öncesi (Preklastik) Dönemi
 
 3-Klasik Dönem
 
 4-Neoklasik Dönem
 
 5-Romantik Dönem
 
 6-Reformist Dönem dir.
 
 
 
 1-Hazırlık ve Oluşma Dönemi
 
 Bu döneme ait bilgilere eski Çin kaynakların da rastlanmıştır. 
            Maurice Courant’ın, eski Çin yazmalarından topladığı metinlere 
            dayanarak, Orta Asya Türklerinin müziğe hizmetlerine ait bilgilere 
            rastlamış, bunların Çin kültür tarihi açısından önemli olduğu kadar, 
            Klasik Türk Müziği tarihi açısından da önemli olduğu vurgulanmıştır.
 
 Bu eserde, Han ve Hun devirlerinnin Türk Hanedanları saraylarında ve 
            hatta Çin haricinde kalan Kaşkar ve Buğara gibi kültür 
            merkezlerinde, İslamiyet’ten önceki müzik kültürünün seviyesini 
            gösteren belgelere yer verilmiştir. Bu sayede Klasik Türk Müziği 
            Tarihini milattan önce ki asırlardan başlatmanın ve Yüksek Orta Asya 
            kültürünün oluşmasında Türklerin oynadığı rolü saptamanın ve yine bu 
            etnografik malzeme sayesinde İslamiyet’ten önce Türk saraylarındaki 
            müzik toplulukları, Türk askeri mızıkası ve bir çok eski Türk 
            sazları hakkında fikir sahibi olmanın mümkün olduğu ileri 
            sürülmüştür[29].
 
 Ancak zamanımızda önemini sürdüren ananevi Klasik Türk Müziğinin, 
            10. Yüzyıl da Horasan-Türkistan Türkleri’nin İslamiyet’i 
            kabullerinden sonra, Batı Türkleri’nce geliştirildiği, Türklerin 
            geçtiği ve yerleştiği çevrelerde etkileşimde bulunduğu, ancak diğer 
            müziklerin üzerinde daha kapsamlı etkiler bıraktığı 
            anlaşılmaktadır[30].
 
 Böylece bize ulaşan Klasik Türk Müziğine ait bilgiler XIII. 
            Yüzyıldan başlamaktadır.
 
 13. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’da, Mevlevi tarikatının 
            kurucusu Mevlana Celalettin Rumi (1207-1273) Türk kültür hayatına, 
            etkileri zamanımıza kadar ulaşan hamle kazandırmıştır. Mevleviliğin 
            müziğe önem vermesi ve Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’in (1226-1312) 
            güçlü bir besteci olması, bu müziğin verimini, etkinliğini 
            arttırmıştır.
 
 Bu yüzyılda Azeri Türkleri’nden müzikolog ve besteci Urmiyeli 
            Safiyüddin, Türk Müzikolojisinde ilk kaynak olarak kabul edilen 
            Şerefiye[31] isimli eserinde Klasik Türk Müziği sistemini ve 
            esaslarını ortaya koymuştur.
 
 Sir C. Hubert Parrv, Safiyüddin’in fizik ve matematik kurallarıyla 
            açıkladığı Türk dizisini “düşünülmesi bile son derecede mükemmel ses 
            dizisi” olarak değerlendirmiştir[32].
 
 Klasik Türk Müziğinde elimize ulaşan en eski eserler, Safiyüddin’in 
            Semel usulündeki Nevruz bestesi, Sultan Veled’in Acem Devri denilen 
            Devr-i Kebir usulündeki Acem Peşrevi ve Sengin-Semai usulündeki 3 
            hanelik Irak Saz Semaisidir[33].
 
            
             
 Safiyüddîn'in Kitabü'l-Edvâr'ından Nevrûz Remel Beste[34]
 
            
            Yukarıda örneği sunulan notalar, Ortaçağ Türk müzikologlarının 
            kullandıkları Ebced notasıdır. Ebced notasında her harf veya harf 
            gurubu, bir sese karşılık gelmektedir. Seslerin uzatılma kıymetleri 
            ise harflerin altına konulan rakamlarla gösterilir.
 
 Klâsik Ebced adı verilen bu sistemde sesleri gösteren harfler 
            aşağıdaki gibidir[35].
 
             
            
 Klasik ebcet notası dışında, diğer bestekarlarda farklı ebcet 
            notaları kullanmışlardır.
 Oluşumun temellerinin atıldığı bu dönem, 14. yüzyıl sonlarına kadar 
            devam etmiştir.
 
 
 2-Klasik Öncesi (Preklastik) Dönemi
 
 14. yüzyılın sonlarından başlayarak 18. Yüzyıl başlarına kadar 
            uzanan bir süreçtir. Bu süreç içersinde Yıldırım Beyazıt’tan 
            (1389-1402)[36], II. Murad’a (1421-1451) kadar tahtta kalan 
            padişahlar, Osmanlı padişahlarının ilk bilgin ve sanatkarları 
            olarak, büyük bir kültürel ve entelektüel faaliyet göstermiş, sanat 
            çalışmalarını desteklemişlerdir.
 
 Klasik Türk Müziği alanında kapital eser olan Hıdır ibn Abdullah’ın 
            Edvar’ı; Mercimek Ahmed’in Kaabus-name’si, Bedr-i Dilşad’ın Murad-name’si, 
            Abdülkaadir’in Kenzü’l-elhan isimli eserleri, II.Murad’ın emir ve 
            desteği ile yazılmıştır[37].
 
 Bu dönemin en önemli olayı, Klasik Türk Müziği tarihine Büyük Hoca 
            olarak geçen Abdülkaadir Meragi’nin (1399-1435) var oluşudur. O, 
            yapıtlarında Klasik Türk Müziği’nin klasik kuramına ve o dönem İslam 
            Müziği’ne ilişkin çok değerli bilgiler verdiği gibi, Kenz’ul Elhan 
            (Ezgiler Hazinesi) adlı yapıtında yüzlerce Klasik Türk Müziği 
            yapıtını ebcet notasıyla yazmış ve gerçek bir müzik hazinesi 
            bırakmıştır. (Ancak bu eser şu anda kayıptır ve bulunduğunda önemli 
            bilgilere ulaşılmış olacaktır.) Bir çok eser bırakan Abdülkaadir, bu 
            eserlerinde çok değerli bilgiler vermiştir.
 
 Ladikli Mehmet Çelebi’nin yazdığı Fethiye ve Zeynü’l Elhan adlı 
            eserleri, 15. yüzyılın önemli yapıtlarıdır.
 
             
 Abdülkadir Merâgî'nin Makâsidü'l-Elhân'nından bir sayfa (kendi el 
            yazısı)[38]
 
            16. yüzyılda bestecilik alanında gelişme gösteren Klasik Türk 
            Müziği, müzik bilim alanında herhangi bir varlık gösterememiştir. Bu 
            yüzyıldan elimize Beste-i Kadim denen düğah, hüseyni, pençgah 
            makamlarından üç mevlevi ayin-i şerifi, en eski eserlerdir ve 
            bestecileri bilinmemektedir[39].
 
 17. yüzyıl klasik öncesi dönem içinde özellikle bestecilik çok büyük 
            bir gelişim göstermiştir.
 
             Ali Ufkî'nin Mecmua-ı Sâz ü Söz'ünden bir sayfa. (Kendi el yazısı)
 
            
            
 Polonya asıllı Ali Ufkî -veya Ufûkî -Bey (Albert Bobowski 
            1610-1675?), 1650 yılında yazdığı "Mecmua-i Sâz ü Söz" adlı eserinde 
            sağdan sola doğru yazılan özel bir Batı Müziği nota sistemiyle 150 
            kadar eser yazarak (türkü, varsağı ve yelteme) yayınlamıştır. Bu 
            eser, Batı notasının Türk Müziğinde kullanıldığı ilk örnek 
            olmuştur[40].
 
 Prens Dimitri Kantemir yani Kantemiroğlu geliştirdiği nota sistemi 
            ile 300 dolayında peşrev ve saz semaisi’nin belgelenmesini sağlamış, 
            yazdığı İlmü’l Mûsikî ala Vechil Hurufat adlı eseriyle dönemine ait 
            makam ve usuller kakkında geniş bilgiler vermiştir[41]
 
             Kantemiroğlu Edvâr'ından İbrahim Ağa'nın Irak Sazsemâîsi[42]
 
            
            Klasik öncesi döneminin ünlü bestecileri arasında, Hatib Zakiri 
            Hasan Efendi, Hafız Post, Gülşeni Şeyhi Ali Şir ü Gani, Buhurizade 
            Mustafa Itri Efendi, Recep Çelebi, Eyyübi Mehmet Çelebi, Solakzade, 
            Köçek Mustafa Dede, Seyyit Mehmed Nuh Efendi sayılabilir.
 
 
 3-Klasik Dönem
 
 Bu dönem Itri’den(1640-1712), Hammamizade İsmail Dede Efendi’ye 
            (1778-1846) kadar olan zaman sürecini kapsar.
 
 Itri’nin üstün bestecilik gücüyle atılım yapan Klasik Türk Müziği, 
            Lale Devri’nde çok parlak, şen, şuh saz ve söz eserleri kazanmıştır. 
            Itri Klasik Türk Müziği tarihi içersinde en ünlü kişisi olarak kabul 
            edilmiştir. Güçlü şairliği yanında aynı zamanda dönemin ünlü bir 
            hanendesidir. Nühüft makamındaki Tevşih ile Segah makamındaki 
            Mevlevi ayini ve Mevlevi Nat’ı Klasik Türk Müziğinin en olgun 
            eserlerindendir.
 
 Yüzyılın başında, 2.Mustafa ve 3.Ahmet’in bazı ilahiler yazdığı ve 
            bunların bir kısmının bestelenerek tekkelerde okutulduğu 
            bilinmektedir.
 
 Klasik dönemin en önemli olayı ise 3.Selim’in taht’a geçmesidir. 
            3.Selim (1789-1807) 18 yıllık saltanat sınırlarını aşan dönemi 
            içinde bir ekol yaratmıştır. Şeyh Abdülbaki Nasır Dede onun emri ile 
            ebcet notasını gününe uyarlamış ve yüzlerce eseri Tahririye adlı 
            yapıtında toplamış ve bu eserlerin yok olmalarını önlemiştir.
 
 Ermeni asıllı bir müzikolog olan Hamparsum Limonciyan da (1768-1839) 
            Nâsır Abdülbâkî Dede ile aynı dönemde, yine Sultan 3.Selim'in isteği 
            üzerine bir nota yazım sistemi geliştirmiştir. Bestekârlar ve 
            icrâcılar tarafından çok ilgi gösterilen bu sistem, son zamanlara 
            kadar yoğunlukla kullanılmıştır. Günümüzde dahi bilinen ve 
            kullanılan bu sistem, Ortaçağ Avrupa’sında kilise ve manastırlarda 
            müzik yapılırken, ezginin iniş-çıkışlarını göstermek amacıyla 
            güftelerin üzerlerine konulan işaretlere (neum) benzeyen 7 işaret 
            üzerine kurulmuştur.
 
            Hamparsum Nota Alfabesi[43]
 
  
 
  Hamparsum Nota alfabesi ile yazılmış bir örnek eser[44].
 
            3.Selim’in Nizam-ı Cedid (Yeni Düzen) adını verdiği Osmanlı 
            İmparatorluğunu her alanda yenileştirme hareketi Klasik Türk 
            Müziğini de etkilemiştir. Kendisine ait 14 makam[45] icat etmiştir.
 
 Bu dönemin bir başka önemli olayı ise 2.Mahmut’un Vak’a-ı Hayriye 
            denilen ıslahat hareketlerinin Türk Müziğine olan yansımalarıdır. 
            Batı ile tanışan besteciler (Şakir Ağa, Dede Efendi, Emin Ağa gibi) 
            batı müziği etkisinde eserler vermişlerdir. (Dede Efendi’nin 
            Gülnihal adlı eseri ilk örnek olarak gösterilir.)
 
 Bazı müzikologlar Türk Halk Müziği ile Klasik Türk Müziğinin, 
            3.Selim ekolü ile birbirinden ayrıldığını iddia etselerde; Halk 
            Müziğinin yapısı, dili, sazları, işlediği konuları, yayılış biçimi, 
            anonim olması gibi özelliklerinden dolayı Klasik Türk Müziği 
            içersine sokulamayacağı kanısını taşımaktayım.
 
 
 4-Neoklasik Dönem
 
 Hem klasik hemde neoklasik dönemde gösterilebilen Dede Efendi 
            (1778-1846) ile başlayan bu dönem, Hacı Arif Bey’e (1831-1884) kadar 
            olan süreci kapsar. Ünlü besteciler, klasik kurallardan yavaş yavaş 
            ayrılarak büyük formlarda eser verme yerine, küçük formlarda ve 
            özellikle şarkı formunda eserler vermeyi tercih etmişlerdir[46].
 
 Hammamizade İsmail Dede Ayin-i Şerif’den, Kar’dan, Köçekçeye kadar 
            geniş bir yelpazede eserler vermiş, 500’den fazla bestesinden 276’sı 
            zamanımıza ulaşmıştır. Dede Efendi, Itri’den sonra Klasik dönemlerin 
            en büyük bestecisi sayılır.
 
 19.yüzyılın ikinci yarısında, özellikle dinsel müziğin en olgun 
            yapıtlarını oluşturan Na’t ve Durak’ların, Salat’ların, Savt’ların, 
            Gülşeni Savtları’nın yavaş yavaş kaybolduğunu görüyoruz[47].
 
 Neoklasik dönemin diğer bestecileri; müziği 3.Selim’den öğrenen ve 
            zamanımıza 23 şarkısı, bir marş’ı, bir divan’ı ve bir tavşanca’sı 
            ulaşan 2.Mahmut (1785-1839), Tanburi Hacı Numan Ağa (1750?-1834), 
            Dede Efendi’nin seçkin öğrencisi Dellalzade İsmail Efendi 
            (1797-1869), yine Dede Efendi’nin öğrencisi Zekai Dede Efendi 
            (1825-1897), Tanburi Ali Efendi (1836-1902) ve Neoklasik dönemi 
            bitirip, Romantik dönemi başlatan büyük şarkı bestecisi Hacı Arif 
            Bey’dir[48].
 
 
 5-Romantik Dönem
 
 Hacı Arif Bey’den, Hüseyin Saadettin Arel’e (1880-1955) kadar 
            yaklaşık yarım yüzyılı kapsayan Romantik dönem, bir süre için klasik 
            müziğin yasaklandığı dönem olma özelliğine sahiptir.
 
 Gelişen uygarlığın, insanın sanata ayıracak zamanı kısıtlaması ve 
            beğenilerin değişimi sonucunda, bestecilerin büyük formları bırakıp, 
            3.Selim zamanından beri işlenen, geliştirilen şarkı formunu ve küçük 
            formları kullanmalarını getirmiştir. Besteciler halka daha yakın 
            eserler vermeye, eserlerinde, duygusal içtenliğe ve yüceliğe, milli 
            ve geleneksel özellikler taşıyan eserler vermeye başlamışlardır.
 
 Kişisel çabaların önde olduğu dönem özelliği taşımaktadır. Çünkü 
            resmi öğretimden kaldırılmış olması, okullarda tamamen batı tarzı 
            eğitime yönelmiş olunması, bu sonucu doğurmuş sayılabilir.
 
 Rauf Yekta (1871-1935), Hüseyin Sadettin Arel (1880-1955) ve Dr. 
            Suphi Ezgi (1869-1962) kişisel çalışmaları ile Türk müzikolojisi 
            üzerindeki çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Rauf Yekta’nın Türk Müziği 
            konusundaki yazdığı bilgiler, ilk kez batı ansiklopedilerinde yer 
            almıştır[49]. Arel ve Ezgi’nin bir ekol olduğunu savunan bir görüş 
            olduğu gibi bu ekolü sakıncalı bulan müzik bilimcileri de vardır. 
            (örneğin Yalçın Tura gibi)
 
 Hacı Arif Bey, Şevki Bey, Nikoğos Ağa, Tanburi Ali Efendi, Hacı Faik 
            Bey, Tanburi Cemil Bey, Saadettin Kaynak, Münir Nurettin Selçuk, 
            Yaseri Asım Ersoy, Selahattin Pınar, önde gelen besteciler arasında 
            sayılabilir.
 
 Bu dönemin başka bir özelliği de, Tanburi Cemil Bey’in saz icrasında 
            bir okul yaratmış olmasıdır. Onun etkisi yaşadığı dönem kadar, daha 
            sonraki dönemlerde de görülmüştür[50].
 
 
 6-Reformist Dönem
 
 Hüseyin Saadettin Arel den günümüze kadar olan dönemi kapsayan, bir 
            çok neden den dolayı geri planda kalmış olan Klasik Türk Müziği’nin, 
            gerek resmi ve gerekse resmi olmayan kurumsallaşmanın yaşandığı 
            dönem olarak kabul edilebilir.
 
 İlk olarak İstanbul Belediye Konservatuarı’nda ve daha sonra İleri 
            Türk Mûsikîsi Konservatuarı’nda dersler veren Arel, bir çok öğrenci 
            yetiştirmiştir. Öğrencisi Ercüment Berker, İstanbul Üniversitesi 
            Korosunda hocasının yöntem ve sistemlerini uygulamıştır. 1976 da 
            gene Arel’in doğrudan ve dolaylı öğrencileri olan Aleaddin Yavaşça, 
            Cüneyt Orhon, Cahit Atasoy, Necdet Varol, Halil Aksoy, Nevzat Sümer 
            vb. ile İstanbul Türk Mûsikîsi Konservatuarı’nın kuruluşunu 
            gerçekleştirmişlerdir. (Bu kurum 1984 te İTÜ Türk Mûsikîsi 
            Konservatuarı olmuştur.) Bundan sonra diğer illerimizde de 
            konservatuarlar kurulmuştur. Ayrıca, Kültür Bakanlığı bir çok ilde 
            korolar kurmuştur.
 
 Resmi olarak Nevzat Atlığ’ın kurduğu Devlet Klasik Türk Mûsikîsi 
            Korosu 1976’da etkinliğe başlamıştır[51].
 
 Bütün bu çabalar Klasik Türk Müziğinin yaygınlaşmasını da 
            beraberinde getirmiştir. Bir dönem radyolardan da yasaklanan bu tür, 
            artık günlük yaşamımızın içersine girmiş durumdadır. Bir gün 
            dönemimiz de tarih olduğunda, o günün müzikologları, üzerinde çok 
            tartışılan bir dönem olarak bu günü göstereceklerdir sanırım. Çünkü 
            ses sistemi, tarihi, çok seslendirilip seslendirilemeyeceği bu günün 
            müzikologlarınca üzerinde görüş birliği sağlanamamış konular 
            arasındadır.
 
 
 Sonuç olarak ister Türk Halk Müziği olsun, ister Klasik Türk Müziği 
            olsun, tarih içersinden bu günlere kadar gelmiş, bugün 
            geliştirilerek yarınlarımıza aktarmamız gereken, öz ve öz Türk 
            Kültürü’nün birer ürünüdür.
 
 İnanıyorum ki kendi kültürlerine sahip çıkmayan milletler, bunun 
            cezasını, yok olmayla karşı karşıya kaldıklarında 
            ödeyeceklerdir[52].
 
 
 
 
 
 [1] SELANİK, Cavidan, Müzik Sanatının Tarihsel Serüveni, Doruk 
            Yayıncılık, Ankara, 1996, s.2.
 [2] ÖZTUNA, Yılmaz, Türk Mûsikîsi Ansiklopedisi II, Milli Eğt. Bak. 
            Yay., İstanbul, 1976, s. 346.
 [3] GÜMÜŞTEKİN, Ahmet, Lise Müzik Eğitimi Ders Notları 2, Bergama, 
            1987, s.2.
 [4] AKKAŞ, Salih, Türk Müziği Tarihi ve Dönemleri (Ders notu), Gazi 
            Ün. Mes. Eğt. Fak., Ankara, 1987, s.10.
 [5] TÜFEKÇİ, Nida, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, 
            İstanbul, 1986, s.1482.
 [6] AKKAŞ, Salih, s.9.
 [7] GÜMÜŞTEKİN, Ahmet, s.1.
 [8] ERGÜN, Nurullah, Edebiyat Bilgileri, Karınca Matbaacılık, İzmir, 
            1973, s.128.
 [9]ÖGEL, Bahaeddin, Türk Kültür Tarihine Giriş 9, Kültür ve Turizm 
            Bakanlığı Yay: 734, Ankara, 1987, s.9.
 [10] ERGİN, Muharrem, Dede Korkut Kitabı, Türk Dil Kurumu 
            Yay.,Ankara, 1994, s.236.
 [11] KAŞGARİ, Mahmut, Divanü Lugat-it-Türk, cilt2,Ankara, 1943, 
            s.255.
 [12] ÖGEL, s.444.
 [13] TANİLLİ, Server, Uygarlık Tarihi Ders Notları, Şişli İktisadi 
            ve Ticari İlimler Yüksek Okulu, 2.baskı, İstanbul, 1974, s.409.
 [14] ÖĞEL, s.432.
 [15] ÖĞEL, s.438.
 [16] SAY, Ahmet, Türkiye’nin Müzik Atlası, Borusan Kültür ve Sanat 
            Yay., İstanbul, 1998, s.20-21.
 [17] ÖZBEK, Mehmet, Folklor ve Türkülerimiz, Ötüken Yayınları, 
            İstanbul, 1981,s.308.
 [18] ÖZBEK, s.309.
 [19] “Müzik Ansiklopedisi”, Ankara, 1985, s.578.
 [20] “Gelişim Hachette” Sabah Yayıncılık, İstanbul, 1993, s.2884.
 [21] GÖKALP, Ziya, Türkçülüğün Esasları, Milli Eğt. Bakanlığı Yay., 
            Ankara, 1990, s.147.
 [22] ÖZERDİM, Sami, Atatürkçünün El Kitabı, Türk Dil Kurumu Yay, 
            s.160.
 [23] Daha geniş bilgi için bkz. Kemal İlerici, Türk Müziği ve 
            Armonisi.
 [24] www.Turkuler.com/ozan/asikveysel.asp
 [25] ÖZBEK, s.476.
 [26] AREL, Hüseyin Saadettin, “Mûsikî Mecmuası” 1 Temmuz 1948, 
            İstanbul, s.7.
 [27] http://www2.hrz.tu-darmstadt.de/hg/tak/tak-arsiv/tak-arsiv95/tkm.html#mark7.
 [28] http://bornova.ege.edu.tr/~sosbilen/ylturk%20sanat%20muzigi.html.
 [29] BERKER, Ercüment, “Geçmişten Geleceğe Türk Mûsikîsi”, Türk 
            Gençliğinin Müzik Eğitimi, Türk Kadınları Kültür Dergisi, Ankara, 
            1985, s.15.
 [30] BERKER, s.16.
 [31] BERKER, s.18.
 [32] ÖZTUNA, Yılmaz, Türk Mûsikî Tarihi, Türk Müziği Devlet Kon., 
            İstanbul, 1977, s.5.
 [33] AKKAŞ, s.2.
 [34] ÇEVİKOĞLU, Timuçin, www.turkMûsikîsi.com/nota/tarihce/tarihce.htm
 [35] ÇEVİKOĞLU, aynı web sayfası.
 [36] Bu tarihler padişahların tahtta kaldıkları süreleri 
            göstermektedir.
 [37] AKKAŞ, s.3.
 [38] ÇEVİKOĞLU, aynı web sayfası.
 [39] Gelişim Hachette, s.2876.
 [40] ÇEVİKOĞLU, aynı web sayfası.
 [41] SAY, s.26.
 [42] ÇEVİKOĞLU, aynı web sayfası.
 [43] ÇEVİKOĞLU, aynı web sayfası.
 [44] ÇEVİKOĞLU, aynı web sayfası
 [45] Bu makamlar; Acembuselik, Arazbarbuselik, Hüseynizemzeme, 
            Gerdaniyekürdi,, Hicazeyn, Nevakürdi, Nevabuselik, Rast-ı Cedid, 
            İsfahanek-i Cedid, Şevk-i Dil, Pesendide, Süz-i Dilara, Evcera ve 
            Şevk-efza. Gelişim, s.2878.
 [46] GÜMÜŞTEKİN, s.3.
 [47] SAY, s.26.
 [48] AKKAŞ,s.6.
 [49] YEKTA, Rauf, La Musique Turque: Encyclopedie della Musique, A.Lavignac, 
            s.2845-3064. (Bu yazılar Prof. Dr. Bayram KODAMAN tarafından tercüme 
            edilmiştir.)
 [50] Gelişim, s.2879.
 [51] Gelişim, s.2880.
 [52] GÜMÜŞTEKİN, Ahmet, Kültürel İşlev ve Müzik, Gaziosmanpaşa Ün. 
            İİBF. İşletme Kulübü Dergisi, Tokat, Ocak 2000, s.12.
 
 
 
 
 
 
 |