Bazen ümitsizliğe kapıldığımda, “ama
türküler var” diye düşünüyorum, “bu derece zengin, derin ve geniş
bir havzadan beslenen türkülerin topluluğu, sıradan bir topluluğu
bile millet haline getirebilir”. Vatan dediğimiz büyük coğrafyanın
hudutlarını tayin eden nedir? Siyasi hukuka göre yapılmış
milletlerarası anlaşmalar, meselenin sadece fiili tarafını
gösteriyor ama onun haricinde vatan, tarihi hatıraların, medeni
eserlerin ve ortak hâfıza dediğimiz mâşeri birikimin tayin ettiği
bir haritadır. 
Bu açıdan bakıldığında Türklerin vatanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin
siyasi hudutlarıyla örtüşmeyen bir genişlik arzeder. 20. yüzyılda
haritası büzülmüş, içe doğru çekilmiş ülkelerden birisi de biziz; bu
yüzdendir ki yüzyıl başlarında vatan bildiğimiz yerlerin en azından
üçte ikisi, bugün ancak pasaportla ve vizeyle gidip gelinebilen
ülkelerdir. Bu mânâda vatan coğrafyasının sınırlarını çizen medenî
unsurlardan biri de türküler olarak karşımıza çıkıyor.
Türküdür, dinleyip geçersiniz ve merak etmeyen çoğunluk için bir
türkünün diğerinden farkı yok gibidir; ne var ki her medenî verim
gibi türküler de aslında birer kültürel şifre yumağıdır ve çözmesini
bilenler için onlar artık üçer beşer dakikalık birer müzik eseri
olmaktan çıkarak başka bir hâlete bürünürler. Meselâ bizim Yemen
türküleri, vaktiyle Yemen’de yaşamış insanların ürünü değildir.
Yemen türküleri, Yemen üzerine yazılmış eserlerdir ve genellikle 20.
yüzyılın başlarında birbirini takib eden isyanlar sebebiyle
Anadolu’dan sevkedilen asker kıtalarının hazin hikâyesini anlatan
nağmelerdir. Büyük ihtimâlle bu eserler Anadolulu asker aileleri
tarafından yakılmışlardı.
Buna mukabil —meselâ— Selanik türküleri, yapı itibariyle Yemen
türkülerinden ayrılır; bunlar mahallinde, asırlar boyunca Selanik’te
yaşayan Osmanlı tebâsınca vücuda getirilmiş eserlerdir. Bütün Rumeli
türkülerinde aynı özelliği görürüz. Bir kısmı hâlâ bizim Rumeli
adını verdiğimiz topraklarda yaşayan İslâm—Türk nüfusun geriye
bıraktığı bu kültür birikiminde saklı duran medenî şifreler, birer
kaynak olmak bakımından en az vaktiyle kaleme alınmış bir kitap, bir
hâtırat kadar değer taşıyor; ne var ki bu şifreleri çözmek ve
bünyesinde sakladığı bilgiyi kullanılır hale getirmek enikonu
uzmanlık bilgisi gerektiriyor.
Bu dilden anlamaz olduk
Yeri gelmişken değinmeliyiz; düne dair her şey, her medenî birikim
bugünün kuşakları için artık kolaylıkla anlaşılmaz ve kullanılamaz
ölçüde yoğun, girift ve zor bir mâhiyet taşıyor. Meselâ, nasılsa
yıkılmadan ayakta kalmış ve onarılmış bir an’anevi Türk evinde böyle
açılmayı ve anlaşılır hale getirilmeyi bekleyen yığınla bilgi
şifresi saklıdır; özel surette bilgi birikimine sahip olmayan bir
genç, bu eve baktığında sezgi yoluyla bu bilgilerden bir kısmını
hissedebilir ama o bilgiyi bilinçli bir şekilde kullanmak ve yeniden
üretmekte zorlanacaktır.
Ne yazıktır ki asırlarca içinde yaşadığımız evlerin basit
ayrıntılarını, nesilden nesile dinlediğimiz türküleri, etrafımızı
kuşatan kitabeleri, eski mimarlık ürünlerini, klasik müziğimizin en
hafif ve alelâde parçalarını, bir Yunus Emre nefesini veya bir
Selanik türküsünü çözmek için artık ihtisas derecesinde eğitim ve
bilgi birikimine ihtiyaç duyar hale gelmiş bulunuyoruz. Uygulamakta
olduğumuz eğitim sistemi, bu gibi zenginlikleri âşikar kılmak ve
yeniden kullanılır ve üretilir hale getirmekte bize yardımcı olmuyor
ve bu çok önemli bir eksikliktir.
Zaman mekan ötesinden sesleniş
“Yıldız Dağı” diye ünlenmiş çok türkü vardır bizde ama bunlardan
birisi var ki, gönül coğrafyamızda yükselen bütün Yıldız dağlarını
gölgede bırakacak kadar haşmetli ve güzel bir türküdür. Bu türküyü
vaktiyle bir bankanın çıkarmış olduğu ve müşterilerine dağıttığı
özel bir albümde, büyük sanatkârlarımızdan Neriman Altındağ’ın
sesinden dinlemiş ve hayran olmuştum; defalarca dinleyip
ezberledikten sonra albümün kapağına bakmayı akıl edebildiğimde
türkünün Üsküp yöresinden derlendiğini öğrenince şaşırıverdim. Üsküp
ki yaşadığım şehre en azından ikibin kilometre uzakta bir sisli
hâtıradır ama bilinmez hangi zamanda orada yakılmış bir türkü, zaman
ve mekân engellerini bir çırpıda yıkarak ruhta garip ve yepyeni mânâ
dehlizleri oymaktadır.
Selanik türkülerini farkedişim de öyle oldu: Yıllardan beri bildiğim
“Bir fırtına tuttu bizi deryaya kardı”, “Bülbülüm altın kafeste”,
“Çalın davulları çaydan aşağıya” gibi mümtaz eserlerin Selanik
mahreçli olduğunu farketmek, zihnimde öncekilerden apayrı, çok daha
farklı ve leziz hislenişlerle süslü bir Selanik fotoğrafının
biçimlenmesine sebep oldu ve o anda farkettim ki büyüklerimizin
Rumeli dedikleri yer, hakikaten bundan henüz doksanbeş sene evveline
kadar Kütahya, Trabzon kadar bizim mânâ coğrafyamıza dair bir
yerdir.
İyi ki türküler var
Bu duygu yoğunluğunu yaşamak veya farklı bir söyleyişle kendi
kültürümüzün enkazını karıştırırken orada insana heyecan veren pırıl
pırıl bir bilgi ve hâtıra yumağı ile karşılaşmaktan hâsıl olacak
kazanç nedir? “Güzel Selanik dün bizimdi, yine bizim olsun”
cinsinden bir mülkiyet burukluğu değil elbette; sadece, vaktiyle bu
derece geniş bir vatan coğrafyasının her köşesinde birbirinden
farklı renklerde açmış çiçeklerin hâtırasını derlemekten doğan bir
mutluluktur bu. Ne zaman “Çalın davulları” türküsünü dinlesem
zihnimde akıp gitmeye başlayan eski Selanik’e dair tatlı sızıda,
komşumuzun toprak bütünlüğüne yönelik bir tehdid bulamazsınız ama
zihninizdeki vatan, hissedebildiğiniz ölçüde enginleşip gidecektir.
Ve daha nice birbirinden güzel ve şaşırtıcı türküden (aslında keşif
demeliydik) bahsetmek mümkün; yıllarca türkü dinlemiş ve onlarla
haşır—neşir olmuş birinin, —türküler söz konusu olunca— hâlâ
keşiften sözetmesi garibinize gitmemelidir; az önce ifadeye
çalıştığım gibi türkülerde bir milletin hamurunu mayalayacak
tılsımlı bir eczâ gizlendiğine inanır oldum ben. Bazen ümitsizliğe
kapıldığımda, “ama türküler var” diye düşünüyorum, “bu derece
zengin, derin ve geniş bir havzadan beslenen türkülerin topluluğu,
sıradan bir topluluğu bile millet haline getirebilir”.
Türkülerin diğer kültür ürünlerinden bir farkı var; hepsi emek ve
dikkat gerektirmekle birlikte türkülerin yüzü yumuşak ve her yaşta
dinleyiciye hitab edebilen bir tılsım taşıyorlar. Onlarda topluluğu
millet haline getirebilecek bir sihirli eczânın varlığını
vehmederken yanılıyor muyum dersiniz?
|