Kopuza
yeni bir tını getirmesinin ardından metal telin bu saza en köklü
etkilerinden biri de, ağaç göğüse geçilmesidir. Metal
tellerin zamanla kirişlerin yerini alması, hatta çift çift
takılması sonucu oluşan basınca dayanamaması ve ısıya
karşı hassaslığı nedeniyle, deri yerine ağaç göğüs
kullanılmaya başlanmış olmalıdır. Gazimihal'in şu görüşü
fikrimizi doğrular niteliktedir. ''Kopuzun pek eskiden kısa
saplıları da Asya'da vardı. Göğsü deridendi, teller madeni
değildi. Tahta göğüs ve madeni teller bir gelişme halinde
Anadolu'da kararlaşmış, boylar da çeşitlenmiştir.''
Ağaç
göğsün ilk kez hangi tarihte kullanılmaya başlandığı da bu
gün bilinememektedir. Gazimihal'in kopuza tümüyle madeni tel
takılışının 17. yüzyılın sonlarında başladığı tespiti
doğru ise, ağaç göğüs kullanımına da aynı yüzyılda geçildiği
düşünülebilir.
Bağırsak
veya ipek telden madeni tele geçmek, kopuza (Bağlamaya) icrada köklü
değişiklikler getirmiştir. Binlerce yıldır el ile çalınan
bu sazda, parmaklar yerine çeşitli maddelerden yapılan bir araç
ile tellere vurarak ses çıkarma anlayışı gelişmiş, buna
bağlı olarak da el ile çalış tekniğinin terk edilmesi sürecine
girilmiştir. Sazlarda, bir araç kullanarak çalma fikrinin ilk
kez ne zaman başladığı hususu günümüzde kesinlik
kazanmamıştır. Ancak, anlaşılan şudur ki, bu uygulama,
madeni telin çalgılarda kullanılmaya başlanması sonrasında
(yaklaşık 14. y.y.) yavaş yavaş gelişmiş, yaklaşık 17 .yüzyılda
tüm telleri madenİ ( çift çift takılı ) olan kopuz ve kopuz
türevi çalgılar döneminde iyice yerleşmiştir.
Araştırmacılar arasında bu oluşumun Osmanlı Sarayı ve çevresinde
meydana geldiği ve buradan Asya'ya geçtiği görüşü vardır.
Saray ve çevresindeki kalabalık fasıl heyetlerinde, el ile çalındığı
için sesi az çıkan sazların, sesini duyurabilmesi ihtiyacı bu
oluşumun temel nedeni olmalıdır. ''Mızrap'' adı verilen bu
araçların özellikle demir, boynuz, kemik, tahta vb. sert
maddelerden yapılması da görüşümüzü doğrular
niteliktedir. Aslen Farsça olan ve içinde ''darp vurma''
anlamını da taşıyan ''mızrap'' (=mıdrap-d ve z içice)
terimi de bu oluşum sonrası özellikle ''çalgı çalmada
kullanılan araç'' anlamıyla terminolojiye yerleşmiştir.
Madeni tel öncesi kopuzda mızrap kullanıldığı yönünde
elimizde bir bilgi yoktur. Zira, bağırsak veya ipek gibi hassas
maddelerin böylesi sert bir yapının darplarına dayanabilmesi güçtür.
Bu nedenle, kullanım ve tınlayış bakımından bağırsak veya
ipek tel ile mızrabı yan yana düşünmek oldukça zordur.
Çalgıların
icrasında kuş tüyünün mızrap olarak kullanıldığı
hususunda bazı kaynaklarda, minyatürlerde çeşitli bilgiler ve
resimler bulunmaktadır .Ancak, bu kullanımın İlk kez hangi yüzyılda
görüldüğü konusu açık değildir. Kuş tüyü, el ile çalıştan
mızraplı çalışa geçişin ilk maddesi olabilir. Ya da, sert
metal tellere sert mızrapla vurularak güzel ses çıkarabilmenin
zorluğu nedeni ile, yumuşak mızrap arayışının bir sonucu
kullanılmış olabilir. Fakat, özellikle volümünün düşük
olması, istenilen tonu verememesi vb. nedenlerle sonraları
terkedilmiştir. Yakın zamana kadar ud mızraplarında kartal
kanadının ortadan ikiye bölünüp uygun hale getirilmek
suretiyle kullanıldığı görülmüşse de, bu kullanım da daha
sonra kaybolmuştur.
Mızrap
fikrinin sazlarda yerleşmesinin bir başka nedeni de, metal telin
çift çift takıldığında da sağlıklı olarak ünison
akortlanabilme özelliğidir. Zira, bağırsak veya ipek tel çift
olarak uygulandığında akort yönünden sağlıksız sonuç
vermekte, bu nedenle sazlara tek tek takılmaktadır. Çift
takılışta en iyi sonucu, metal tel vermektedir. Böylece,
sazlarda tel sayısının artmasıyla, mızrap kullanımı daha da
yerleşmiştir.
Osmanlı
Sarayı ve çevresinde meydana gelen bu oluşumun Anadolu halkına
ve kültürüne ilk yansımasının bu çevreye yakın
şehirlerle, Osmanlı'nın uğrak yeri durumundaki belli
merkezlere olduğu kanaatindeyiz. Bu kültürün Anadolu'daki
uzantıları ve etkileri konusunda Adnan Ataman şunları ifade
etmektedir.
"Anadolu'da
genellikle sıra, sohbet geceleri olur. Bunların içinde az çok
müziğin mürekkebini yalamış, sanat müziği ile iştigal
edenler vardır. Bizim bölgemizde de sanat müziği kültürü çok
var. Özellikle Kastamonu tarihinden gelen özellikle münevver müziğine,
saray müziğine yatkın kulaktadır. Yorgansız Hakkı, Mümin
Meydani filan bunun içinden yetişmiş kişilerdir."
Divan
kültürüne yatkın hatta edebiyatıyla, sazlarıyla ve küçük
çaplı fasıllarıyla bu kültürün çeşitli öğelerini içinde
barındıran Anadolu'nun çeşitli yörelerinde, mızrap gibi gösterişli
bir yeni oluşumun süratle benimsenmiş olmasını yadsımamak
gerekir. Bu geçişin ilk kez ne zaman olduğu, bu gün için
kesin olarak belli değilse de, bir sazın mızrapla çalınabilmesinin,
sazın madeni telli oluşuyla doğru orantılı olması ve madeni
tel bulabilmenin o devirler için zorluğu, bu çığırın
Anadolu'ya epeyce geç ulaştığı fikrini doğurmaktadır.
Ancak, her şeye rağmen mızrap kavramı ve terimi Anadolu'nun
bir çok şehrinde, zamanla en eski geleneklerden olan el ile çalışı
terk ettirecek kadar benimsenmiş ve şehirlinin müziği artık
mızrap öğesinin belirleyici güdümüne girmiştir. Muhtemelen
bundan sonra, el ile çalıştan kalma tartımların
aktarılması, farklı farklı mızrap vuruş şekillerinin
keşfedilmesi, ezgilerin ayrıştırılması ve çoğaltılması süreci
başlamıştır. Özellikle daha sonraları demir, boynuz, kemik,
tahta gibi sert cisimler yerine kiraz ağacı kabuğu vb. daha
yumuşak ve esnek bir maddenin kullanılmaya başlanması da, müziği
iyice mızrap öğesine kilitlemiştir. Artık ustalık çokça
kullanılan ve kıvrakça atılan mızraptadır.
18.
yüzyıl şairlerinden Kamil'in aşağıda verilen dizeleri,
mızrap kavramını ve o devirde saz çalma sanatına bakış açısını
ortaya koymaktadır:
''Bunu
ben bir kolay sanat sanırdım
Mızrabım kınldı bozuk çalarken"
18.
yüzyılda yazılmış Fransız Delaborde'un Paris 1780 tarihli
"Essai sur Lamusique" adlı kitabında yer alan
"bağlama " tanımında (ki, bu bağlamanın yazılı
kaynaklardaki bilinen en eski tanımıdır) mızrap kavramı geçmektedir.
Dolaborde "bağlama veya tanbura hemen aynen sevuri (=çöğür)
şeklindedir, fakat ondan çok daha küçük olup, sadece üç
tellidir. Bunlardan ikisi çelik ve biri pirinç teldir. Sapta
kiriş teller sanlıdır; seslerin daha keskin çıkması için
tellere bir tüy ile dokunulur" demektedir.
Yaklaşık
17. yüzyılda geliştiği ve 18. yüzyılda tam anlamıyla
yerleştiği düşünülen mızrap fikrinin, Anadolu halk sanatçılarına
ve çeşitli kültür çevrelerine geçişi çok sonraları
olmuştur. Geleneğine sıkı sıkıya bağlı ve ondan ödün
vermeyen Anadolu köylüsü, bu yeni oluşumu çok geç ve yavaş
yavaş kabullenebilmiştir. Örneğin, Seyrani'nİn aşağıda
verilen dizelerinde Anadolu'da 19. yüzyılda hala el ile çalma
geleneğinin sürdürüldüğü anlaşılmaktadır:
"Kim çalarsa kara
düzen bağlama
Kullanır parmağın
mızrap yerine" .
Bunun gibi, günümüzde
Anadolu'da mızrap yerine kullanılan ve oldukça değişik söyleyişleri
bulunan halk üretisi "tezene" terimine yazılı
metinlerde ve eserlerde rastlanılmaması, bu terimin sonradan Türkçe'ye
yerleştiği ve mızrap kavramının halk kültürüne çok geç
girmiş olmasının bir başka kanıtıdır. "Tez" kökü
üzerine kurulu "tezene" gibi çeşitli Türkçe sözcükleri
inceleyen Gazimihal'in, "bunların şehir ve yazı dilimize
girmeyişleri halk ağzında nispeten geç türeyip yer yer
kalıplanışlarındandır. Yazılı metinlerde ve eserlerde
olduğu gibi halk şiirinde de hemen hemen hiç rastlanılmayan
''tezene''nin halk mantığına oturuşunu, algılanışındaki
duygusal anlayışı ve inançlarla olan bağlantısını Yetik
Ozan'ın yakın zamanımızda söylediği ünlü ''Bağlama''
şiirinde şu dizelerde bulmaktayız.
"Aslı
saçlarını yönüne sermiş
Altı
tel koparıp göğsüne germiş
Kerem
yarasından bir kabuk vermiş
Sızlaya sızlaya vurası vardır".
Mızrabın
Alevi-Bektaşi topluluklarında kullanılmaya başlanması ise,
hemen hemen 20. yüzyılın ortalarından itibarendir. Kendi içinde
kapalı bir yaşam sürdüren ve ibadete dayalı köklü bir müzik
kültürü olan bu topluluklarda, icracıların bir çoğu bu gün
bile ısrarla el ile çalma geleneğini devam ettirmektedir.
Mızrap kavramı ile tanışan ilk bir kaç kuşak ise, önceleri
tümüyle el ile çalmakta iken çeşitli etkiler sonucu mızrap
kullanmaya başlamış ve zamanla el ile çalışı terk
etmişlerdir. 20. yüzyılın ünlü halk aşığı Veysel'in de
niceleri gibi aslında yalnızca el ile çaldığı ve mızraba
sonradan geçtiği, araştırmalarımız sırasında tespit edilen
bilgiler arasındadır.
Alevi
kültüründen yetişmiş Erzincanlı sanatçı Ali Ekber Çiçek
1959 yılında on iki yaşındayken, katıldığı Yurttan
Sesler'de Pir Sultan'dan bir deyişi yöresinin deyimi ile
''Şelpe'' çalarak söylemiş ve Türkiye radyolarında el ile çalan
ilk kişi olmuştur. Ancak anlaşılan odur ki, daha sonraları
tarzını ''bozuk düzen'' akordunda kendine has kullandığı
tezeneler üzerine kurarak, el ile çalma geleneğini ve bağlama
düzenini ilk terk edenlerdendir (bu gün hala radyo sanatçıları
ve bazı halk kesimleri arasında üstten sıyırarak atılan
tarama tezene ile deyiş icrası için; Ali Ekber düzeni veya Ali
Ekber mızrabı denilmektedir). Atalarının, dedelerinin yüzlerce
yıldır hep ''şelpe'' ile çalıp söylediğini, tezeneyi şehre
geldikten sonra öğrendiğini belirten Ali Ekber Çiçek,
''tezeneler radyo kurulduktan sonra, melodi anlaşılsın diye
icat edildi, tezeneden sonra melodiler çoğaldı'' demektedir. Bu
konuda Suat Işıklı'nın görüşleri de şöyledir:
"Tezene dediğimiz mevzu sonradan çıktı.
Eski ozanların hemen hepsi el ile vururdu.
Aşık Veysel çok kere bizzat yanımda çalıp okumuştur. El ile
çalardı. Tezene, sazın şehirlere intikalinden sonra olmuştur.
Saz asrileşti, ilk otantik çalışla şimdiki arasında çok
değişiklik oldu. Saz da değişti, perde de değişti, motif de
değişti, müzik de değişti. Bunun sebebi şehirleşmedir"
1967 yılında TRT'nin yurt çapında düzenlediği
derleme gezilerinde Burdur başta
olmak üzere, Burdur ve civarında on günlük bir
araştırma-derleme çalışması yapan Sarper Özsan'ın da bu
konuda tespitleri şunlardır:
''O bölgede genellikle büyük boy saz çalınmıyordu.
Tezene yok denecek kadar azdı. Yerel sanatçılar genellikle el
ile çalıyordu. Tezene ile çalanlarda adeta el ile çalmayı
taklit ediyordu. Yurttan seslerin tezene tekniğinden farklı idi.
Bana göre en orijinal, en özgün olanı el ile çalış idi. Büyük
hayranlıkla. bir konçerto dinler gibi hayret ve şaşkınlıkla
izledim.''
Ali Rıza Yalgın, Güneydoğu Anadolu Yörük Türkmenlerinin
çağur, bağlama, ırızva
ve bulgari gibi sazlarını anlatırken şu tespitleri
yapmaktadır:
"Cenubi Anadolu'da şimdiye kadar adı geçen
sazların çağur'dan madasında mızrap kullanılmaz. Hepsi de
tıpkı KİTERA gibi şahadet Parmağı ile çalınır... Çukurova
halk şairleri ve çalgıcıları iki türlüdür.
1. Şehirleşmiş halk şairleri. 2- Gôçebe ve kôylü
halk şairleri. Bu iki nevi halk şairinden birincileri, çaldıkları
çalgı ve okudukları parçalara eski usul divanlarda yazılı
adları sıralayarak o metoddan ayrılmayanlardır. Borlu Aşık
Şeydai bu zümredendir. Halbuki saf kôylü ve göçebe halk
şairleri, tamamen hürdür. Bunlar yalnız. çalıp okuyacakları
parçaların güftelerine bağlıdırlar. Seslerini güftelerdeki
vakalara uydururlar. Aynı zamanda, birinci çalgıcılar TEZEYEN
dedikleri mızrabi kullandıkları halde, kôylü ve gôçebeler
mızrap kullanmazlar."
Bu önemli bilgiler de bizim görüşümüzü
doğrular niteliktedir.
Mızrap
kavramının, Anadolu halk kültürüne çok geç girdiğinin bir
başka kanıtı da, genellikle kiraz ağacından soyulan
kabukların bir kaç gün yağda bekletilerek yumuşamasıyla elde
edilen tezene malzemesidir. Osmanlı Saray musikisinde bu maddenin
mızrap olarak kullanıldığına dair hiç bir bilgi yoktur.
Yalnızca, halk sazı bağlamada kullanılması ve mızraba
karşın, tezene terimi ile adlandırılması, onun halk
dehasının bir ürünü olması ile açıklanabilir. Eğer,
tezene kavramı halk kültürüne genel anlamda hemen hemen
Cumhuriyetten sonra değilde, bir yüzyıl evvel yansımış ve
kiraz kabuğu tezene o zaman keşfedilmiş olsaydı, kanımızca
bu gün Türkiye'de kiraz ağacı kalmazdı. Nitekim, dut ağacı
için durum böyle olmuştur. "En iyi saz duttan ve oyma
tekneden olur" anlayışı sonucu, yaklaşık elli yıl içerisinde
Anadolu'daki dut ağaçlarının büyük bölümü yok
edilmiştir.
Bağlamada
tellere vurularak ses çıkarmaya yarayan yardımcı aracın adı
olan "tezene" veya "mızrap" terimlerinin
anlamları hakkında çeşitli kaynaklarda şu bilgiler yer
almaktadır.
"Tezene
-Tazene, tezane, tezyine, tezkere -3, kezkire
Genellikle
kiraz ağacı kabuğundan yapılan mızrap"
"Tarzeden
: saz çalmak
Tarzen
: Saz çalan (Tar)
Tarzene : Enstrüman
Tazene -Tezene : saz çalmaya yarayan araç".
"Mızrap
: Mızrap -Mıdrap
Vurmaya mahsus alet, kökü darp vurmak''
Umumiyetle tezene, nadiren tazene, Burdur, Eğridir
gibi seyrek semtlerde tezyine, nice güney köylerimizde tezeyen
halk saz mızrabı anlamıyla yalnız
memleketimizde geçen bir kelimedir. Asrımız başlarında
saz şairi Sümmani'nin bir mısrasında tellere düzene ile
vurulduğu yazılıysa da, bu bir istinsak sehvi olmalıdır.
Tezenenin en eski Türkçe metinlerde izine düşülememekle
beraber, Çağatay lügatında yeri vardır. Asya Türkçesinde
anlamdaş olarak çekü vardır. Tezene kelimemiz üzerinde
Tarzene gibi herhangi bir yabancı kelimenin zamanla etkisine bile
inanmıyorum. Bu tip kelimeler halk dilimizde çoktur: Serpene
(mesned), kademe (hûday-ı nabit), Büdene (iğne), Bakana
(kademe), Basana (mancınık, manivela), Seymene (Seymenler
toplantısı), Kesene (iltizam), Eryine (maden), Erzene (şahika),
Eylene (etraf) vesaire... Türkçe'de çabuk anlamına tez kök
kelimesinin varlığına Kaşgarlı Mahmut'un verdiği tezmek (=kaçmak)
fiilinde şahit oluyoruz... Tezenenin kökü üst fiildeki
tez'dir. Nitekim halk dilindeki Tezemcik (çarçabuk), Tezgin (çok
kaçan hayvan. kaçak), Tezlemek (acele etmek), Tiziklemek (kaçmak,
koşmak) sôzlerini mesela argodan sayabilmek kolay değildir.
Tezene de aynı fasileden olarak eşit kuvvette Türkçe'dir... Hiç
bir imaleli hecesi bulunmayan Türkçe tezene sözü bu söyleniş
ve mızrap anlamıyla hiç bir ferhenkte bulunmayınca, Antepli
Asım onu tesadüfen adlandırılışı Farsça tazane ile bir
tutmaya kalkıştı!...ferhenklerde Tar-zene diye bir bileşim
yoktur. Ş. Sami merhum onun tasavvurunu daha da benimsemiş göründü:
Tazene, yahut Tarzene veya Taziyane, tanbur ve laguta mızrabı,
zahme. Taziyane [fa.]: Tanbur ve emsali çalgıların tellerine
dokunmıya mahsus kemik veya boynuz parçası [Galatı: Tazene]
diyor. (K.T., 1901). Asım'm tesirinde kalmıştır. Ferhenklerde
taziyanenin mızrab anlamına geldiğine dair hiç bir kayıt
yoktur... İran'da uzun zamandır, bizim fasıl musikisinde de
olduğu gibi, saz tezenesine umumiyetle Arapça'dan mezrab
deniliyor. Fakat bu vasıtanın baş Farsça adı zahme idi; pek
nadiren de Nakhun veya Nakhuna derlerdi... Bizde Farsça zahme
binde bir de olsa şair ve aşık diline lugat paralama kabilinden
kullanılmıştır; köylü sazcı katiyen bilmez. Tezene adı ise
kesinlikle Türkçedir, zorlamayla Farsça'ya bağlanamaz ve
bağlanamamıştır... Gümüşhane ilimizde Tezene-i Ülya ve
Tezene-i süfla adlı iki köy bulunduğu halde yurtta tek zahme köyü
dahi yoktur.''
Yukarıda
verilen bilgilerden anlaşılmaktadır ki, Anadolu ve Rumeli'de
bağlamanın tellerine vurularak ses çıkarmaya yarayan araçlara
''mızrap'' veya ''tezene'' denilmektedir. Arapça'dan gelen
mızrap terimi, bu aracın Osmanlı Sarayı ve çevresindeki ilk
adı olup, buradan önce Anadolu şehirlerine, oradan da köylü
halk müziğine girmiştir. Mızrap kavramı ve terimini kolay
benimsemeyen halk sanatçıları, özellikle kiraz kabuğundan
yapılan malzemenin adı olarak, mızraba karşılık tezene
terimini üretmiştir. Ancak, bu gün her iki terim de
kullanılmaktadır (mızrabın da kullanılması
hususunda Yurttan Sesler Topluluğu yayınlarının Anadolu halkı
üzerindeki etkisi büyüktür). |